34,8280$% 0.12
36,8120€% 0.02
44,4711£% 0.22
2.979,06%1,24
4.891,00%0,45
10.257,39%1,75
3383014฿%-2.70256
13 Şubat 2023 Pazartesi
Ölmeden Önce ‘Allah’a Teslim Olmak’ ve Kadir Gecesi
Kentsel Dönüşüm ve Konteyner Evler; Lüks Değil, Mecburiyettir
Toplumsal Sorunlar ve Altyapıları
Bir Varmış Bir Yokmuş Çiftçilere İkramiye Yokmuş
Bir Ağır Hasta Ziyaret Ediyor
Büyük Millet Olmak
Türkiye deprem haritasını neredeyse tüm vatandaşlarımız artık ezbere biliyor. Maalesef ciddi depremlerin yaşandığı ve deprem yönetmeliklerine uygun inşa edilmeyen binaların depremden dolayı çökmesi sebebiyle insanların öldüğü bir ülkeyiz. Depremlerden dolayı ölümlerin olmadığı bir ülke olmak istiyorsak, Japonya’da olduğu gibi Türkiye’de de tüm topluma deprem bilincini ve deprem kültürünü öğretmemiz gerekmektedir.
Şu gerçeği herkes bilir. Deprem, insanları öldürmez. İnsanları öldüren, depreme dayanıklı yapılmayan binalardır. Çok az şiddetli depremlerde bile Türkiye’de binaların çöktüğünü biliyoruz. Bu durum, Türkiye’deki müteahhitlik şirketlerine ve inşaat mühendislerine olan güveni azaltmaktadır.
Bina enkazları altında insanlarımızın ölmemesi için deprem yönetmeliğine uygun bina yapmayanlara karşı devletin ciddi yaptırımlar yapması gerekmektedir. Aslında bugüne kadar neden bu konularda ciddi yaptırımların uygulanmadığı da ayrı bir tartışma konusudur. Yaptırımları bir kenara bırakırsak, ‘İmar Barışı’ adı altında Türkiye’deki bazı Belediyelerin çıkardığı kanunlar insanların bina enkazları altında ölmesinin en önemli sebeplerindendir. Yani bizim seçtiğimiz Belediyeler, bu suçun ortaklarından biridir. Diğer ortağı ise biz vatandaşlarındır. Çünkü biz bu ‘İmar Barışı’nın en büyük destekçisiyiz ve bu kanun çıkınca sevinçle alkışlıyoruz.
5 Şubat Pazar gününü, 6 Şubat Pazartesi’ye bağlayan gece saat 04.17’de Kahramanmaraş’ın Pazarcık İlçesi’nde meydana gelen deprem 7.7 şiddetinde gerçekleşti. Yaklaşık 9 saat sonra Kahramanmaraş’ın Elbistan İlçesi’nde 7.6 şiddetinde başka bir depremi daha yaşadık. Gerçekten çok şiddetli olan bu 2 deprem sebebiyle Türkiye’de binalar depreme dayanıklı yapılmadığı için yıkılan bina sayısı bir hayli fazla oldu. Bu kadar şiddetli 2 ayrı depremin gerçekleşmesine rağmen yıkılmayan binalar aslında bize şunu söylüyor. “Beni inşa ederken en uygun zeminde ve en şiddetli depremlere dayanıklı yaparsanız, ben de depreme direnirim ve yıkılmam.” Bunu zaten Japonya’da görüyoruz. 9 şiddetinde depremlerin yaşandığı Japonya’da insanlar ölmüyor ya da ölüm sayısı çok düşük oluyor ve basit yaralanmalarla bu afeti atlatabiliyorlarsa, bizim de bundan alacak derslerimiz var demektir.
Türkiye’nin kuruluşunun 100. yıldönümünü yaşadığımız 2023 yılının en önemli projelerinden biri 81 İl ve 922 İlçede gerçekleştirilecek olan kentsel dönüşüm projeleri olmalıdır. Çünkü Türkiye, pimi çekilmiş bir bombanın üzerinde oturan bir insan gibi her zaman büyük depremleri yaşama riski olan bir ülkedir. Biz bu ülkeyi terk edip başka yere gitmeyeceğimize göre yapmamız gereken depreme uygun olmayan binaları kesinlikle kontrollü bir şekilde yıkmak ve depremin gerektirdiği tüm kurallara ve prensiplere uyarak yeni binalar yapmaktır. Ayrıca uygun olan binalarda da depreme dayanıklı olması için güçlendirmeler yapılabilir. Eğer bunu yapmazsak; günlerdir gördüğümüz ölüm ve kurtarma sahnelerini önümüzdeki yıllarda görmeye devam ederiz. Bu sahneler de Türkiye’nin kaderi diye ulusal ve uluslararası medyada gösterilmeye devam eder. Aslında kentsel dönüşüm projesi başlatıldı ama çok yavaş ilerliyor. Ayrıca biz vatandaşlar kentsel dönüşüm yapılacak evimizde bu proje uygulanmasın diye bir gayret içine giriyoruz. Bunu yapmamızın sebebi ise masrafa girmek istemememiz. Sırf bu yüzden insanların ölümüne davetiye çıkartıyoruz.
Kentsel dönüşüm projesi en önemli projelerinden biridir ama bir başka proje de 81 İl ve 922 İlçe’nin tamamında oluşturulacak olan konteyner evlerden oluşan ‘Acil Konaklama Alanları’ olmalıdır. Depremin yanı sıra yaşanacak birçok doğal afetin ardından evsiz kalan vatandaşlarımız çadırda yaşamak zorunda kalmadan hazırda bekletin bu konteyner evlere yerleştirilebilir. Eğer ki, kendi şehirlerindeki konteyner evler depremden veya herhangi bir doğal afetten zarar görürse yakın İllere ve İlçelere gönderilebilirler. Bu depremde gördük ki, çadır kurmak ve herkesi çadır içine yerleştirmek büyük sıkıntı oluşturuyor. Çadır kentlerde yangın çıkma riski de olayın bir başka boyutu. Çadırı olmayıp soğuk havada dışarıda kalan küçük çocuklar başta olmak üzere tüm vatandaşlarımızın görüntüsü bizlerin içini acıtıyor. 81 İl ve 922 İlçemizin her birinde o İlin ve İlçenin arazi yapısı ve nüfusuna göre kapasitesi hesaplanarak ona göre konteyner evlerden ‘Acil Konaklama Alanları’ oluşturulursa, deprem gibi acil durumlarda vatandaşlarımız bu konteyner evlerde konaklayabilir. Bu şekilde vatandaşlarımız çadır aramak ve soğuk havada dışarıda yatmak zorunda kalmaz. Bu 2 çok önemli projeden bahsetmişken, ‘Kanal İstanbul’ projesinin ise tekrar rafa kalkmasını bekliyoruz.
Türkiye’deki inşaat firmalarının reklamlarına incelediğimizde en çok gördüğümüz sözlerin başında gelen ‘Depreme Dayanıklı’ ifadesine yıllardır şüpheyle bakıyordum. Kahramanmaraş’ta meydana gelen 2 ayrı depremin ardından maalesef şüphelerim gerçek oldu.
Şimdi bugün Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir inşaat firması verdiği reklamda ‘Depreme Dayanıklı’ ifadesini kullansa ne olur; kullanmasa ne olur?
Bu saatten sonra bence bu ifadenin hiçbir kıymeti kalmamıştır. Bunu bir kenara bırakırsak bir inşaat firması yetkilisi, daire satın almak isteyen bir müşterisine herhangi bir Bakanlık’tan, Belediye’den ya da İnşaat Mühendisleri Odası’ndan almış olduğu ve üzerinde belki onlarca resmi kaşe ve resmi mühür olan ‘Depreme Dayanıklıdır’ belgesini ya da sertifikasını gösterse ne olur; göstermese ne olur?
Vatandaşın artık resmi evraklar dahil depremle alakalı hiçbir evrak ve sertifikaya güveni kalmamıştır. Ancak TOKİ’nin deprem bölgelerinde yapmış olduğu 134 bin civarındaki binanın hiçbirinde hasar olmaması da oldukça dikkat çekici bir durumdur.
Son rakamlara baktığımızda vefat eden vatandaşlarımızın sayısı bugün itibariyle 32 bine yaklaşmıştır. Hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralı vatandaşlarımıza da acil şifalar diliyorum. Umarım bizi yöneten tüm insanlar bir deprem ülkesi olduğumuz gerçeğini kabul ederek, ona göre çalışmalar yaparlar ve insanların binaların enkazı altında ölmediği bir Türkiye’de yaşamak nasip olur.
Türk futbolunda son dönemde en dikkat çekici durumlardan biri de seyircilerin eski yıllarda olduğu gibi tribünlere yeterli ilgiyi göstermemesidir.
Özellikle 1980’ler ve 1990’larda oynanan İstanbul derbilerinin öncesinde taraftarların 24 saat öncesinde yatağını yorganını stadın önüne getirip yattığını ve derbi maça bilet alabilmek için çektiği çileleri hatırlıyoruz. Şimdiki gibi internetten bilet alma imkânı yoktu. Stadın önünde sıraya girer, saatlerce bekler, biletini alır ve sonunda tribünlerdeki yerini alırdı.
O yıllarda statların durumu da oldukça kötüydü. Günümüzdeki statların konforunu bulmak tek kelimeyle imkansızdı. Oturarak maç seyretme imkânı yoktu. Tabi yanınızda eski gazete ya da karton getirmediyseniz. Protokol tribünü dışında bütün tribünlerin üstü açıktı. Yağmur başladıysa ıslanmaktan başka bir çareniz yoktu. Eğer bir naylon bulup kafanıza geçirdiyseniz şanslı azınlığa katıldınız demektir.
BU SORUNLAR GÜNÜMÜZDE HÂLÂ YAŞANIYOR OLSAYDI…
Tabii ki o günler geride kaldı. Günümüzdeki statların kalitesine söylenecek söz yok. Gerçekten Türkiye’de birbiri ardına oldukça güzel statlar hizmete giriyor. Biletini internetten alıyorsun. Biletini alırken hangi koltukta oturacağını bile seçiyorsun. Seçtiğin koltuğa senden başkasının oturma şansı yok. Maça yarım saat kala stada gidiyorsun. Öyle eski yıllarda olduğu gibi saatlerce bilet kuyruğunda beklemene gerek yok. Peki sorun ne?
ARTIK TARAFTAR ÇANTADA KEKLİK DEĞİL!
Sinema yönetmenleri izleyicileri salonlara doldurabilmek için elinden geldiğince en iyi filmi izleyicilerin beğenisine sunuyor. Spor kulüplerimizin ise böyle bir derdi yok gibi gözüküyor. “Ne olursa olsun şehrin takımı biziz. İyi de oynasak, kötü de oynasak taraftar gelir” düşüncesi statların boş kalmasının en önemli sebebi.
Şöyle bir düşünce akla gelebilir. “Taraftar sadece iyi günde değil, kötü günde de lazım.” Evet bu doğruydu ama eski yıllarda. Zaten o yüzden statlar eskiden o kötü şartlara rağmen doluyordu. Günümüzdeki taraftar profili ve futbola bakış açısı değişti. Taraftar artık sadece takımının kazanmasını değil, güzel futbol da görmek istiyor.
GÜZEL FUTBOL NEDİR?
Rakip oyuncuya çalım atmak, topuk pası vermek ya da röveşata golü atmak güzel futbola katkı yapar ama yeterli değil. Güzel futbol; zaman çalmamaktır, faul olmadığı halde dakikalarca yalandan yerde kıvranmamaktır, korner direğinin orada topu tutup zaman çalmamaktır, 90+10. dakikada oyuncu değiştirmemektir. “Profesyonel futbolda bunlar normal” diyebilirsiniz. Ama tribüne gelen taraftar da profesyonel futbolcuların ve antrenörlerin ‘Profesyonelce’ zaman çalmalarını seyretmek için artık bilet parası vermek istemiyor. En azından ben vermek istemiyorum. Sadece rakip için değil kendi taraftarı olduğum takım aynı şekilde zaman çaldığında rahatsız oluyorum. Çünkü şu düşünce beni kendime getiriyor. “Kendine yapılmasını istemediğini, başkasına yapma.”
ÇÖZÜM NE?
Ben yıllarca futbol seyretmiş, futboldan sıkılmış ve basketbol seyretmeye başlamış biriyim. Kendi kendime sorduğumda bu değişimin sebebini şu şekilde buldum. Basketbol seyredenler çok iyi bilir. Basketbol oyunu 40 dakikadır ve salonda ya da televizyonda bu mücadeleyi seyredenler dolu dolu 40 dakika basketbol keyfi yaşarlar. Neden…?
Nedeni çok açık. Hiçbir basketbolcu ve antrenör ‘Profesyonelce’ zaman çalmaz. Daha doğrusu zaman çalma imkânı bulamaz. Sebebi ise çok basit. Topun durduğu anda kronometre durdurulur. Herkes o 40 dakikadaki en iyi mücadelesini verip skoru lehine çevirmeye çalışır. Kimse kimsenin hakkını çalmaya çalışmaz.
“Eğer para verip, bilet alıp futbol maçı seyretmek için tribündeki yerimizi aldıysak; bize futbol izlettirin, zaman çalmaktan vazgeçin” diyecek halim yok. Çünkü mevcut durumda ‘Profesyonel’ futbolcular ve antrenörler zaman çalmaya devam edecekler. Peki, çözüm ne? Bazı kişilere oldukça radikal bir fikir gibi gelecek ama en temel çözüm basketboldaki kronometre durdurma olayı, futbola da gelmeli. 90 dakikalık futbol süresi revize edilip aşağıya çekilebilir ama futbola kronometre uygulaması gelirse gerçekten futbol seyri oldukça güzelleşecektir.
ÇOTANAK SPOR KOMPLEKSİ’NDEKİ SIKINTILAR
Gelelim yereldeki sıkıntılarımıza. Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Çotanak Spor Kompleksi’ni Giresun’a kazandırılmasında emeği olan herkese çok teşekkür ediyorum. Gerçekten harika bir tesis kazandık.
Stadımız çok güzel ama taraftar olarak statta maç seyretmek istediğimizde çok önemli 2 sorun yaşıyoruz. Birincisi otopark sorunu. Stada özel aracı ile gelenler aracını park etme konusunda büyük sıkıntı yaşıyor. Mevcut açık otopark yetersiz. Benim gördüğüm kadarıyla stadımızın yanına katlı otopark yapılmalı. Yapılacak bu katlı otopark; hem özel aracı ile stada gelen seyircilerimizin sıkıntısını giderecektir, hem de alınacak ücretle Giresunspor Kulübü’ne maddi gelir sağlayacaktır.
Bir diğer sıkıntı ise sahil otobandan stada gelen yol. Bahsi geçen bu yol o kadar dar ve yetersiz ki, özellikle maç günleri bir kabusa dönüşüyor. Araç kuyrukları oluşan bu yolda yol genişletme çalışmaları başlamışa benziyor ama muhtemelen bir sonraki sezona kadar bu yoldaki sıkıntıyı yaşamaya devam edeceğiz.
DİĞER SORUNLAR…
Tribünlerin boş kalmasının tek sorunu tabii ki güzel futbol izleme talebi değil. Ülkemizin son yıllardaki en büyük sorunu olan ekonomi, tribünlerin boş kalmasının belki de en büyük sebebi. Aslında olaya şöyle de bakabiliriz. Sinema, tiyatro, konser, spor gibi eğlence organizasyonlarında salonlar ve tribünler boş kalıyor ya da yeterince dolmuyorsa bilin ki o ülkede ekonomik sorunlar vardır. Çünkü insanlar bütçelerini öncelikle gıda ve diğer önemli yaşamsal konulara ayırırlar. Bu da çok doğaldır. Eğer bütçeleri uygunsa tabii ki eğlence için de bir miktar para ayırabilirler. Yani spor kulüplerinin yöneticileri taraftarlarına darılmasınlar. Çünkü bütçeleri ailesinin zorunlu ihtiyaçlarına ancak yetmektedir.
Bir de Coronavirus sorunu var. Son 2 yılımıza damga vuran bu hastalık, tribünlerin boş kalmasının bir başka sebebi. Dünya çapında yaklaşık 6 milyon insan coronavirus sebebiyle hayatını kaybetti. Türkiye’de ise 96 bin 600’den fazla vatandaşımız bu hastalıktan dolayı yaşamını yitirdi. Böyle ciddi salgın risklerinin yaşandığı günümüzde binlerce insanı tribünlere çağırmak zaten akıllıca bir davranış olmaz.
Hakan Uğurlu – www.kerasushaber.net
CHP’nin o dönemde çok da dikkat çekmeyen dershanelerin kapatılması kararının iptali için Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değişik yorumlara sebep oldu.
CNN Türk televizyonunda geçtiğimiz günlerde yayınlanan ve Ahmet Hakan’ın yönettiği ‘Tarafsız Bölge’ programında konuşan hukukçu Pınar Hacıbektaşoğlu’nun konu ile ilgili iddiaları tartışma yarattı.
Pınar Hacıbektaşoğlu, CNN Türk’te yayınlanan bu programda AKP’nin Fethullah Gülen’in en önemli finans kaynaklarının başında gelen dershanelerin kapatılması kararına CHP’nin itiraz ettiğini ve konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğünü ancak günümüzde kamuoyunun bu gerçeği unuttuğunu ve görmezden geldiğini vurguladı.
Hacıbektaşoğlu, 2002 yılında kurulan AKP’nin kendinden önce Türkiye’de örgütlenmesinin önemli bir bölümünü tamamlayan ve günümüzde FETÖ olarak adlandırılan örgütün tüm yaptıklarının AKP’ye fatura edilemeyeceğini belirtti.
Anayasa Mahkemesi, AKP’nin önerdiği dershanelerin kapatılmasını öngören yasayı iptal etmişti. 13 Temmuz 2015 yılında yayınlanan bir haberde ise şu başlık kullanılmıştı: ‘Dershanelerin Kapatılmasını Öngören Yasayı CHP, Anayasa Mahkemesi`ne Taşımıştı.’ Haberin detaylarında ise şu bilgiler paylaşılmıştı:
CHP İPTALİNİ İSTEMİŞTİ
“Anayasa Mahkemesi (AYM), binlerce öğretmeni ve öğretim kurumunu yakından ilgilendiren 1 Eylül`de dershanelerin kapatılmasını öngören yasayı oyçokluğu ile iptal etti. Böylece yaklaşık 60 bin öğretmen görevine devam edebilecek.
Dershanelerin kapatılmasına ilişkin kanun geçen yıl TBMM`de yasalaşmıştı. CHP yasanın iptali ve yürürlüğünün durdurulması talebiyle AYM`ye başvurmuştu. Kanuna konulan geçici ek maddeye göre dershaneler 1 Eylül`e kadar ya özel okula dönüşecek ya da bu tarihten itibaren tüm faaliyetlerine son vereceklerdi. Yasa ile halen dershanelerde öğretmenlik yapanlardan bir kısmının Milli Eğitim Bakanlığı kadrosuna dahil edilerek, atamasının yapılması öngörülüyor.
CHP, bu düzenlemelerin iptalini ve yürürlüklerinin durdurulmasına talep etmişti. Milli Eğitim Bakanlığı`nda görev yapan daire başkanı ve üstü personelin yabancı dil koşulu aranmaksınız yurtdışı göreve atanması ile okul müdürlerinin atanmasına ilişkin getirilen yeni prosedür konusunda da CHP`nin itirazları bulunuyordu.”
Bu konu günümüzde unutulmuş olabilir ama geniş çerçeveden bakıldığında ve özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin ardından kafalarda çeşitli soru işaretleri oluşturuyor. Şu bir gerçek ki AKP ile Fethullah Gülen Cemaati, uzun yıllar uyumlu bir görüntü çizdiler. O dönemde bir terör örgütü olarak adlandırılmayan bu Cemaat’e karşı CHP her zaman muhalif olmuştu ve AKP’ye bu konuda en ağır eleştirileri yönelten siyasi partiydi.
Ne zaman ki; AKP ve günümüzdeki adı FETÖ olan bu paralel devlet yapılanması dershaneler konusunda ters düşünce bir anda işler değişti. AKP’ye rakip olan bu yapılanma, CHP’den destek görmeye başladı. Dershanelerin kapatılması kararının iptali için Anayasa Mahkemesi’ne giden CHP, bu Cemaat’in televizyonları, radyoları ve gazetelerinin kapatılmasının ardından da ‘Özgür Basın Susturuluyor’ düşüncesini seslendirerek hiç araştırmadan ve sorgulamadan destek vermişti.
‘Düşmanımın dostu, düşmanımdır. Düşmanımın düşmanı da dostumdur’ düşüncesi, siyaset etiğine yakışmayan bir davranış biçimidir diye düşünüyorum. Bu noktada önemli olan memleketin menfaati olmalıdır.
Bakıldığında 90’lı yılların başında askeri okullardan mezun olan yeni subayların, bugün general rütbesiyle 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştirdiği bir gerçektir. Tabi bunun öncesi de var. Neredeyse 40 yıla varan bir geçmişi olan FETÖ yapılanmasının sadece devletin askeri birimlerine değil; neredeyse tüm birimlerine sızdığını bugün kabul etmeyen yoktur. Zaten devam eden FETÖ soruşturmalarında çok sayıda üst düzey devlet görevlilerin gözaltına alınmaları ve birçoğunun suçlu bulunarak cezaevine gönderilmeleri durumun ne kadar vahim olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Yani bu suç ne tek başına AKP’nin suçudur, ne de günümüzdeki CHP’nin ya da başka bir partinin suçudur. Geçmişten günümüze birçok siyasetçinin ve siyasi partinin FETÖ konusunda kusuru ve suçu olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’deki siyasi partilerin bugün yapması gereken ise; bundan sonra FETÖ ile mücadele için nasıl bir güç birliği yapabileceklerini görüşmeleridir. Geçmişte yaşanan hatalar, geçmişte kalmıştır. Bu hataları tekrar tartışmaya başlayacaksak, herkesin elinde karşısındakini suçlayacak iddialar mutlaka vardır. Biz birbirimizi suçlamakla uğraşırsak bu sadece FETÖ’nün işine yarayacaktır ki; bundan Türkiye zarar görür.
Türkiye’nin menfaatleri için geçmişe bir sünger çekmemiz gerekiyor. ‘Sen suçlusun, ben suçlu değilim’ kısır çekişmesini siyasetçilerin bir kenara bırakma vakti geldi de geçiyor bile… Tüm enerjimizi; ‘FETÖ’yü Türkiye’den nasıl kazırız’ şeklinde harcarsak; bundan hem AKP, hem CHP ve en önemlisi Türkiye kârlı çıkar…
Uzun zamandır sonucu merakla beklenen milletvekili seçimleri nihayet yapıldı. Seçmenlerin bu sürece çok farklı bir psikoloji içinde hazırlandığını hepimiz biliyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile başlayan gergin ortam Genelkurmay’ın gece yarısı muhtırası ile zirve noktasına çıkmıştı. Bunu takip eden günlerde AKP’ye yönelik eleştirilerin yoğunlaşması sonucunda gerçekleştirilen yoğun katılımlı ‘Cumhuriyet Mitingleri’ birçoğumuzun kafasında AKP’nin sonunun geldiği ve artık halk desteğini arkasında bulamayacağı izlenimini uyandırmıştı. Peki ne oldu da, bu tepki sandıkta karşılığını bulamadı?
Bence en önemli sebebi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin halkın demokratik tepkilerine verdiği destek ne kadar doğru ise; Genelkurmay’ın muhtırasına alkış tutması o derece yanlıştı. Netice itibari ile 1980 darbesinde Cumhuriyet Halk Partisi ve mensupları askeri müdahaleler sonucunda diğer siyasi partiler ve mensupları gibi çok acılar çektiği halde; nasıl oldu da askeri müdahaleye destek çıkmıştır? Bugünkü durumda sivil hayata askeri müdahaleyi kendi mensupları dahi yadırgamıştır.
Şu da açıkça görülebilir ki, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu tutumu siyasi rakip durumundaki partilerin mensuplarının da aşırı tepkisini çekmiştir. Siyaseti ve seçimi çok umursamayan birçok vatandaşımız ise belki de Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu uyguladığı politikayı protesto etmek için hiç oy vermeyi düşünmediği AKP’ye oy vermeye karar vermiştir. Daha doğrusu CHP’nin oy almak istediği kendi çekirdek seçmeninin dışındaki diğer seçmen kitlesi onu inandırıcı bulmamıştır. ‘Mağdur Edebiyatı’ dediğimiz duygu insanlarımız her zaman etkilemiştir ve siyaset tarihimiz ‘Mağdur Edebiyatı’ ile doludur. Ne zaman bir askeri darbe ile siyasetin önü kesilse, aynı siyasi çizginin devamı halktan daha büyük destekle seçim kazanmıştır. Halkımız askeri darbelere kesinlikle ters tepki vermiştir. Hatta bu müdahaleler Türkiye’nin menfaatine bile olsa. Bundan dolayı Cumhuriyet Halk Partisi’nin askeri muhtıranın tarafı olarak gözükmesi halk tarafından da pek sempatik bulunmamıştır. Aslında CHP izlediği politikayla AKP’yi kendi elleriyle halkın gözünde mağdur durumuna düşürmüş, sonrasında da bu durumu AKP mağdur rolü oynuyor siyasetiyle kendi lehine çevirmeye çalışmış fakat anlaşıldığı üzere bu pek işe yaramamıştır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçim döneminde yaptığı en büyük hatalardan biri de ideolojik söylemlerin ön planda olmasıdır. ‘Cumhuriyet tehlikede’ ve ‘Laiklik’ söylemleri toplumda çok dikkat çekici siyasi propaganda sözleri olsa da, halkın büyük bir kesiminde bu tür bir tehlikenin olmadığı düşünüldüğünden dolayı bu söylemler sandıkta karşılığını bulamamıştır. Bir bakıma halk, CHP’nin Cumhuriyet Miting’lerinde ki söylemlerine destek vermiş olmasına rağmen, sandık başına gittiğinde CHP’nin ekonomik olarak köklü projeler sunmamasından dolayı, oyunu AKP’ye vermiştir. Halk miting meydanlarında farklı arayışlar içindeydi diye düşünüyorum.
Stratejik açıdan seçim öncesi yapılan en büyük hata ise Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenmesidir. Çünkü AKP, Recep Tayyip Erdoğan’ın rüzgarı ile oy toplayan bir partidir. Eğer parti başkanlığını bırakıp cumhurbaşkanı olsaydı, AKP’nin de rüzgarı sönecek, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni bırakıp cumhurbaşkanı olması sonrasında Anavatan Partisi’nin yavaş yavaş erimesi gibi AKP’de zaman içinde eriyerek oylarını kaybedecekti. Fakat Deniz Baykal ve parti yönetimi uzun vadede bu stratejiyi düşünemediler. Ayrıca ‘Mağdur Edebiyatı’na da ortam hazırlayarak gereksiz yere toplumdan tepki aldılar.
Bir başka konuda halkın artık koalisyon hükümeti görmek istemediği yönünde toplumda oluşan genel kanıdır. AKP’yi beğenmeyen seçmenler dahi seçim ortamındaki oluşan havadan dolayı seçimi kazanacak olarak gösterilen AKP’yi koalisyona meydan vermeyecek şekilde desteklemiştir. Belki de Cumhuriyet Halk Partisi’nin anketlerde kazanacağına yönelik bir genel varsayım olsa idi, bu sefer seçmenler Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verecekti.
İktidar partisinin oylarını artırmasının tek sorumlusu tabii ki Cumhuriyet Halk Partisi değildir. Mevcut siyasi yelpazedeki dağınıklık AKP’nin ekmeğine yağ sürmüştür. Bir önceki seçimde % 9 civarı oy alan ve oylarını artırması beklenen Doğru Yol Partisi’nin daha sonra Anavatan Partisi ile birleşme çabaları kısa sürede hayal kırıklığı ile neticelenmiştir. Kendilerine inanan seçmenlerinin özgüvenini kaybeden ve Demokrat Parti adı altında seçime giren DYP, % 5 civarı oy alarak yaklaşık % 4 oylarını AKP ve MHP’ye kaptırdılar. Anavatan Partisi’nin seçime girmemesi de AKP ve MHP’ye yaramıştır. Bununla birlikte inandırıcılığını kaybeden Genç Parti de aynı şekilde oylarını bu iki partiye kaptırdılar. Oluşan tablo ise AKP ve MHP’nin oy artışını göstermektedir.
Artık günümüzde aşırı uç noktalardaki siyasi ideolojilere takılmış partiler sürekli oy kaybetmektedirler. Ülkemizde de bu yaşanmaktadır. Sol yelpazenin siyasal söylemleri de, halkımızın genel siyasal düşüncelerini tam manası ile kapsamamaktadır. Unutulmamalıdır ki, burası Türkiye ve Türkiye’nin siyasal ihtiyaçlarının dışındaki söylemler seçmenlerden gerekli desteği bulamazlar. Ucu sivri siyasal tutumları törpülemenin ve halka daha yakın söylemlerin oluşturulması için vakit çoktan geldi de; geçiyor bile. Eğer bu yapılmaz ve inatla aynı politikalarda ısrar edilir ise; Cumhuriyet Halk Partisi açısından bir sonraki seçimde alınacak sonuç, bugünkü sonuçları mumla aratacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre bütün vatandaşlar eşit haklara ve sorumluluklara sahiptir. Ancak ülkemizde bazı ekonomik ve siyasi güç odakları kendisini diğer vatandaşlardan üstün görmektedirler. Yani bir kilo baklava çalan adamı hırsız olurken; 100 milyon dolar çalan adam ‘Beyefendi’ oluyor. Tabii ki 100 milyon doları bankadan çalmıyor bu adamlar. Fabrikada çalışan asgari ücretlinin maaşından nasıl otomatik olarak devlet vergi alıyorsa, bu ‘Beyefendilerden’ de almak istiyor. Ancak bu mümtaz şahsiyetler devlete vergi vermek istemedikleri ve mevcut iktidarları ellerindeki medya gücü ile korkuttukları yani aba altından sopa gösterdikleri için sözde iktidar olan hükümetler elleri kolları bağlı bir şekilde bu ‘Beyefendilerle’ iyi geçinmenin yollarını aramışlardır.
Peki, bugün ne olmaktadır? Bu ‘Beyefendiler’ alışmış kudurmuştan beterdir atasözüne nazire yaparcasına alıştıkları düzende devam ediyorlar. Önleri kesilince de; “Hükümet siyasal linç yapıyor” diyerek duygu sömürüsü yapmaktadırlar. “Bu para babalarının bunu yaptığını nereden biliyorsun?” diye soranınız muhakkak olacaktır. Ben şahsen Türkiye Cumhuriyeti Maliye Bakanlığı’na güveniyorum. Peki, ya siz?.. Borcu olmayan birine hem de bu kadar ciddi bir miktarda ceza kesmek hem bakanlığın, hem de devletin itibarını onarılmaz bir şekilde zedeler.
Konuyu bilmeyenlere kısaca anlatayım. Doğan Yayın Holding ve bazı üst düzey yöneticileri hakkında vergi kaçakçılığı konusunda kesinleşmiş mahkeme kararı var. Bu üst düzey yöneticiler de; “Bu cezanın sebebi art niyetlidir. Siyasi iktidara muhalefet ettiğimiz için bu muameleyi görüyoruz” şeklinde konuştular. Eğer dedikleri gibi ise vahh! benim devletimin Maliye Bakanlığı’na. Yani devlet, kendisi devletin vergi kayıtlarında hile yaparak bir yayın grubunu yok etme çalışması yapıyorsa, bu dehşet verici bir durum. Bunu düşünmek bile istemiyorum ve ihtimal bile vermiyorum.
Konunun bir üzücü yanı da konuya yapılan bir yorum. Aslında CHP tarafından da yapılan yorum enteresandı. Maliye Bakanlığı’nın suçlamasının yanlış ve konunun siyasal bir linç olduğunu yorumladılar. Acaba Maliye Bakanlığı’nın kayıtlarını incelediler de bir yanlış ve haksız suçlama mı tespit ettiler? Eğer tespit ettiler ise bunu vatandaşlar ile paylaşmalılar. Eğer bu konuda bilgileri yoksa konu aydınlanana kadar bekleseler bence daha iyi olurdu.
Asıl benim takıldığım ve üzüldüğüm yoruma gelince Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarı Ali Sirmen’in açıklamalarıydı. Sayın Ali Sirmen aslında oldukça uzun konuştu ve konunun siyasal bir linç olduğunun üzerinde durdu ama benim konuşmasında üzüldüğüm bölüm şuydu: “Zamanında Adnan Menderes’te kendisine muhalif olan gazetelere ve yayın organlarına Maliye bakanlığı müfettişlerini gönderip onları baskı altına alırdı. Sonunda ne oldu gördünüz.”
Herhalde sözün bittiği yer burası olsa gerek. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı dolaylı olarak tehdit mi ediyor anlamadım ve dehşete düştüm. Yani “Siz muhaliflerinizin vergi borçlarını araştırırsanız sonunuz iyi olmaz” mı demek istedi?
Güzel ülkem Türkiye’m. İnşallah bu günleri de atlatırsın da hangi siyasi görüş ve ekonomik gücün sahibi olursa olsun, nasıl ki fabrikada asgari ücretle çalışan işçinin maaşından vergi alınıyorsa, onlardan da vergi alınabilsin. Bu ülkenin buna gücü yeter. Ben Türkiye’nin gücüne güveniyorum. Ya Siz?…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.