34,1038$% 0.22
38,0861€% 0.06
45,3562£% 0.06
2.840,44%0,41
4.707,00%0,40
9.975,61%2,06
2171347฿%2.59384
1980’in Ekim sonu itibariyle beni getirip 40 gün içinde kalacağım zindana (hapishaneye) koydular. Zindan ve hapishane kelimelerini kullanmamın sebebi, hürriyetimin 40 gün kısıtlanması, dünya işlerimin 40 gün aksaması, 40 gün sevdiklerimden ayrı kalmanın bana verdiği sıkıntılardır. Yoksa bu sure içerisinde bize bir mahkûm gibi davranılmadı. Bize; “Siz gözetim altındasınız yani bizim misafirimizsiniz” dediler.
Bu sözlerinin bir işareti olarak da mesela ben sakallı bir insandım ve askere teslim olduktan sonra; “Sakalımı keserler mi?” diye çok endişe ettim. 40 gün sonra asker elinden terhis edilerek ayrıldığımda, sakalıma dokunulmamıştı. Mesela bize üç öğün askere çıkan karavanayı aynen veriyorlardı. Özellikle öğlen ve akşam yemeklerinde çorba, bir et yemeği, salata, tatlı veya meyve mutlaka çıkardı. Bizi eğitimlere de almadıklarından ‘Ye, İç, Yat’ formülü ile epeyce şişmanlamaya başlamıştık. Vücudumuzun bu normalden fazla irileşmesinin önüne geçmek için ben ‘Pazartesi ve Perşembe sünnet oruçlarını tutmaya’ başlamıştım.
Kur’an Kursları Federasyonu 8 Haziran 1979 günü resmen kurulmuştu ve biz her hafta Yönetim Kurulu toplantısı yapmayı bir itiyat haline getirmiştik. Zannederim ikinci hafta yaptığımız yönetim kurulu toplantısında olacak, toplantıya katılan Mısır El Ezher Üniversitesi mezunu ilahiyatçı ve Sivas milletvekilimiz Ahmet Arıkan, daha önce Din Görevlileri Federasyonu Genel Başkanlığı yapmış olan ve tam hafız Mehmet Solmaz ve diğer Yönetim Kurulu Üyelerimiz vardı.
Türkiye’de daha önce kurulmuş bulunan ve kendilerini; “Biz Kur’an Kursları Federasyonu’na bağlıyız” diye takdim eden Süleyman Hilmi Tunahan Hocanın talebeleri yani Süleymancılar vardı. Fakat ne hikmetse bu arkadaşlarımızdan ne hocaları, ne de talebeleri asla sakal bırakmazlardı. Hâlbuki Süleyman Tunahan Efendi’nin kendisi sakallı bir insandı.
Ben bu Yönetim Kurulu toplantımızda Süleymancıların bu durumunu ortaya koyarak; “Söyler misiniz? Bize bağlı Kur’an kurslarında okuyan öğrencilerimiz, Federasyon yönetimini yani bizleri mutlaka örnek alacaklardır. Biz, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (s.a.v) bir sünneti olan sakalı bırakacak mıyız, yoksa bırakmayacak mıyız?” diye bir soru sordum.
Toplantımızdaki hocalar ve ne de diğer üyelerden kimse ne; “Bırakacağız” veya ne de; “Bırakmayacağız” dememiş, sorum havada kalmıştı. Ama bu sorum arkadaşlarımızın kafasına bir çivi gibi çakılmış olmalıdır ki aradan 1 hafta kadar vakit geçtiğinde bu arkadaşlarımızda hangisiyle sokakta karşılaşmış isek hepimizin sakal bırakmış olduğumuzu görmüştüm.
MEHMET ZAHİT KOTKU’NUN VEFATI
Kardeşim Mustafa Laleli, Konya’da oturmaktaydı. Allah razı olsun her hafta muntazaman ziyaretime gelir, 1 hafta önce aldığı çamaşırlarımı yıkanmış olarak bana getirir, üzerimde kirlenmiş olan çamaşırlarımı da yıkanmak için alırdı. Kendisi askerliğini Ankara’da Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) şoför olarak yapmıştı. Bundan dolayı bazı konuşma ve davranışlarına dikkat eder, MİT’te çalışan insanlar gibi esrarengiz olmaya çalışırdı.
Günlerden 15 Kasım 1980. Kardeşim Mustafa gene gözetim altında tutulduğum askeri kışlaya geldi. Elinde 1 hafta önce aldığı ve yıkatıp temizlettiği çamaşırlarım vardı. Ancak çamaşırlarımı bir gazeteye sarmış ve o şekilde garnizon yetkililerine vermişti. Onlar da paketin içindekileri kontrol ettikten sonra bana teslim ettiler.
Ben bu pakette hiçbir fevkaladelik görmemiş, anca eski de olsa koğuşumuza gazete, radyo, televizyon haberleri girmediğinden paketin sarılmış olduğu Milli Gazete’ye şöyle biz göz atmış ve yan koğuştaki Tevfik Rıza Çavuş’a götürerek vermiştim.
Tevfik, benim durumuma bakmış, gazeteyi incelemiş ve; “Galiba Nevzat Bey’in olaylardan haberi yok, demiş.” Meğer gazete yeni gazeteymiş ve 13 Kasım 1980 tarihinde İstanbul/Fatih İskenderpaşa Camii imam ve hatibi, Nakşibendi tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku hazretlerinin vefat ettiğini, haber olarak veriyormuş. Biraderim bu önemli haberi bize bildirmek için benim çamaşırlarımı bir yeni gazeteye sararak bize göndermiş.
Tevfik Rıza, biraz sonra bizim koğuşumuza gelerek gazetedeki bu önemli haberden dolayı bizleri haberdar etti. Bu haber üzerine bir anda şoke olmuş ve ağızlarımızdan; “İnnalillah ve innaileyhiraciun – Biz Allah’tanız ve yine Allaha döneceğiz” cümleleri dökülmüştü.
Tabii gözetim altı da olsa tutuklu olduğumuzdan, bizim İstanbul’a gitmeye ve Hocamızın cenazesine iştirak etmeye imkânımız yoktu.
Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’nin vefatıyla Peygamberimizin; “Alimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” Hadis-i Şerifi bir kere daha tahakkuk etmiş ve Hoca efendinin yerini tutacak bir insanın gelememiştir.
O dönemin âlimlerinin temel özelliği kendi müridanını, İslam’ın cihat emrine hazırlamaları ve onları cihada teşvik etmeleriydi.
Bu âlimlerden şu anda aklımıza gelenlerden bazıları şunlardır. Sami Efendi Hazretleri, Sultan Baba lakabıyla anılan İhsan Tamgüney Efendi. Yahyalılı Hacı Hasan Efendi, Erzincanlı Dede Paşa Hazretleri, Trabzon’dan Ahmet Yaşar Efendi ve benim bilmediğim ve fakat Allah’ın bildiği daha nice Hoca efendiler. Allah hepsinden razı olsun.
Bu Hoca efendilerin de yerleri maalesef doldurulamadı. Sonradan gelenler; “Allah insandan iman ister” dediler ve Mekkî Ayetlerle iştigal ettiler ama “Toplumdan da nizam ister” diyen Medeni Ayetleri müridana anlatmadılar, anlatamadılar.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.