Küçük ve Büyük Cihad

Milli Gençlik Vakfı (MGV) birçok şubeye ulaşmış, bunlarla vakıf merkezimiz arasında sıkı ilişkiler kurmak ve vakıf gayelerini tahakkuk ettirebilmek için sevk ve idare etmem gerekiyordu. 1997 yılı 17 Ağustos’unda 17 yıllık Vakıf Genel Başkanlığı’ndan ayrılmam gerektiği o dönemde ülkemizdeki şube sayımız 1878’e ulaşmıştı.

Ben bunların Genel Başkanıydım ve bunlar mademki gelmiş vakıf merkezine ve dolayısıyla bana bağlanmışlardı o halde bütün şubelerin benim onların üzerlerinde haklarım olduğu gibi onlarında ben de hakları vardı. İl, İlçe ve Belde dahil hepsini ziyaret etmeliydim. Vakıf yönetimiyle ilişkilerimi geliştirmeli ve o yerdeki insanları vakıf çalışmalarına katmalıydım.

Bu münasebetle bir programımı Samsun’a yapmış ve 19 Mayıs İlçesi’nde bir akşam halka açık vereceğim konferans için hazırlık yapmıştım.

Aşağıda okuyacağınız yazı işte bu konferansımda bulunan ve beni dinleyen Atilla Kural adındaki gönüldeşimin kaleminden çıkmıştır. Bu konferansımda halk arasında çokça söylenen ve fakat yanlış anlaşıldığı için yanlış tatbik edilen bir Hadis-i Şerifi açıklamaya çalıştım.

“Nevzat Laleli beyim,

Ben de sizin bir konferansınıza katılmak için Samsun'dan 19 Mayıs İlçesi’ne gitmiştim. O yıllarda Samsun İlkadım MGV İlçe Başkanı’ydım. Siz o zamanlar Milli Gençlik Vakfı (MGV) Genel Başkanı’ydınız. Yanılmıyorsan 91- 93 yılları olmalıydı.

Hocam hitabınıza hayran kalmıştım.

O gece konferansa Samsun’dan 13 kişilik grupla gitmiştik. Dönüşte bir lutfi ilahi yaşadık. Aracımız yoktu. Dönüş için yola çıktığımızda saat gece 12 idi. Gece saat 1’e kadar bekledik. Hiçbir araç geçmedi.

İçimizden bir büyüğümüz şunu söyledi: ‘Biz buraya Allah için yola çıktık ve geldik. Allah için yola çıkanı Allah yolda bırakmaz ümidimizi kesmeyin’ dedi.

Aradan az bir zaman geçti boş bir özel minibüs geldi önümüzde durdu. ‘Binin’ dedi. ‘Nereye?’ dedik. ‘Samsun’a’ dedi. Hepimiz şok olduk.

Allah nasip edecek ya… Meğer minibüs oranın bir köyüne düğün konvoyu olarak gelmiş geri dönüyormuş.

Yıllar geçse de bu tatlı hatırayı unutmam..!

Ben de onların bu teveccühlerine hem teşekkür ettim ve hem de yaptıkları düşüncenin ve işin ne kadar takdire layık bir davranış olduğunu anlatmaya çalıştım.

‘Değerli kardeşim, bu sizin ihlâsınızın hayata yansımasıdır. Allah sizden razı olsun’ dedim.”

O konferansı ben de hatırlıyorum. Konferansta ‘Küçük Cihad ve Büyük Cihad’ Hadis-i Şerifini incelemiş ve ‘Sahabe efendilerimiz, küçük Cihadı yaptıktan sonra büyük Cihada geçtiklerini…’ konuşmuştuk.

Hadis-i Şerif’te; Müslümanlar bir gazadan dönerlerken Peygamberimiz buyurdu: “Şimdi küçük Cihad’dan, büyük Cihad’a dönüyoruz.” Sahabe-i Kiram efendilerimiz sordular:

“Ya Resulallah. Bu gazada birçok arkadaşımız şehit oldu. Bundan büyük cihad nedir?” Buyurdu ki Peygamberimiz; “İnsanın nefsiyle yaptığı Cihad, büyük Cihad’dır.”

Hâlbuki Zamanımız Müslüman’ı kendini Sahabe’den daha üstün görüyor olmalı ki küçüğünü yapmadan; “Ven büyük Cihat yapıyorum, nefis terbiyesi yapıyorum” diyerek; eline bir tespih alıyor ve bir kenara çekiliyor.

Unutulmasın ki Cihad, Allah yolunda can vermektir. Cihad’ın edasının farzlarından birisidir. Birçok ayette; “…bi emvaliküm ve en fisuküm – malınızdan ve canınızdan verin” buyrulmaktadır.

O halde bir Müslüman, inandığı yolda kendi özünden vermedikçe cihad etmiş olamaz.

Karşımızda düşman varken, düşmanın kılıcı varken vermek kolaydır. Ancak hazar (sulh) zamanında karşımızda düşman da onun kılıcı da yoktur. İşte o zaman vermek zordur. Sulh zamanında da savaş zamanında verdiğiniz kadar verebilmek için nefsinizi terbiye ediniz, buyrulmaktadır.

Konferanstan sonra beni dinleyen bir Hoca Efendi de yanıma gelerek; “Bu Hadis-i Şerifi bu şekilde hiç dinlememiş ve düşünmemiştim” diyerek itiraf etmişti.