34,2699$% 0.08
37,6570€% 0.05
44,8799£% -0.3
2.918,81%-0,08
4.969,00%-0,40
9.031,64%-0,85
2181852฿%1.92028
26 Ağustos 2023 Cumartesi
Ölmeden Önce ‘Allah’a Teslim Olmak’ ve Kadir Gecesi
Kentsel Dönüşüm ve Konteyner Evler; Lüks Değil, Mecburiyettir
Toplumsal Sorunlar ve Altyapıları
Bir Varmış Bir Yokmuş Çiftçilere İkramiye Yokmuş
Bir Ağır Hasta Ziyaret Ediyor
İzzet Varken Zillet Yoktur
Sevgili çocuklar,
Hazreti Mevlana’nın adını duymuşsunuzdur.
Televizyonlarda beyaz eteklikli elbiseleriyle dönen insanların şeyhi (âlimi)…
800 sene kadar önce yazdığı ‘Mesnevi’ adındaki eseri, hemen bütün dillere de çevrilmiş, böylece bütün insanlığa seslenen bir büyük insan…
Bu yazımda onun bir hikâyesini anlatacağım, sizlere…
Siz hikâyeyi okuduktan sonra; “Acaba, Mevlana ne demek istiyor” diye düşünürseniz, hikâye maksadına erişmiş olur.
KOMŞU ZİYARETİ
Bir sağır adama, komşusunun hasta olduğunu söylediler.
Bunun üzerine o sağır, komşusunu ziyaret ederek hatırın sorması gerektiğini, fakat bu sağır kulakla bu işi nasıl yapacağını düşündü.
Kendi kendine; “İnsan hasta olunca sesi de zayıflar. Komşudur gitmek de lâzım. Fakat söylediklerini bu kulakla duymam mümkün değil. En iyisi dudakları kıpırdayınca söylediklerini tahmin eder, ona göre konuşurum” dedi.
Komşusuyla arasında şöyle bir konuşma geçebileceğini düşünerek, hazırlık yaptı.
“Ey benim dertli komşum! Nasılsın?” derim. O da bana; “İyiyim, hoşum” der. Ben; “Allah’a şükürler olsun” derim. Sonra ne tür yemekler yediğini sorarım. O da herhalde bana; “Şerbet içtim veya mercimek çorbası yedim” der. Ben de; “Afiyet olsun” dedikten sonra, tedavi için hangi doktorun geldiğini sorarım. O; “Filan hekim” deyince, “O doktorun ayağı çok uğurludur. İşini bilen biridir. İyi ki onu çağırmışsınız. O doktorla hastalığın iyileşti sayılır” derim.
Sağır kafasında hazırladığı bu konuşmaya göre komşusunun ziyaretine gitti. Selâm verip bir köşeye oturduktan sonra;
HASTA İLE KONUŞMA
“Nasılsın komşum?” diye sordu.
Hasta; “Çok fenayım, ölüyorum” dedi.
Sağır; “Allah’a şükürler olsun” deyince, hastanın canı sıkıldı.
Komşusunun bu sözü onu kırdı. “Şükrün sırası mı?” diye düşünürken sağır sordu:
“Ne yiyorsun?”
Hasta o kızgınlıkla; “Zehir zıkkım” diye cevap verdi.
Sağır yine önceden tasarladığı gibi tebessüm ederek; “Oh, oh… Afiyet olsun” dedi.
Bunun üzerine hasta iyice sinirlendi, fakat belli etmemeye çalıştı.
Sağır sormaya devam etti: “Tedavi için hangi hekim (doktor) geliyor?”
Artık dayanamayan hasta bütün öfkesiyle;
“Kim gelecek? Azrail geliyor. Sen nasıl komşusun? Defol git başımdan” diye bağırdı.
Sağır olanca sakinliğiyle; “O mu geliyor? Onun ayağı çok uğurludur. Sevin neşelen. Hastalığın iyileşti sayılır” diye cevap verdi.
Hasta, böyle bir komşusu olduğu için çok üzüldü. “Meğer biz bu komşuyu tanıyamamışız. Can düşmanımızmış” diye düşündü.
Sağır, bir müddet sonra müsaade isteyerek kalktı ve komşuluk hakkını ödediğini düşünerek sevinçle komşusunun evinden ayrıldı.
Sağır vazifesini yapmanın mutluluğuyla evine giderken hasta komşusu, onun hakkında; “Hasta ziyareti hatır sormak, gönül almak için yapılır. Adam hatırımızı kırdığı gibi, hastalığımızı artırdı” diye düşünmekten kendini alamadı.
HİKÂYEDEN ALINACAK DERS
Sağır, komşusunu Allah rızası için değil, âdet yerini bulsun diye ziyaret etti.
Sevap işlediğini zannederek ayrıldı. Hâlbuki komşusunu teselli edemediği gibi, dostluklarının bozulduğunun farkında bile olmadı.
Bunun gibi kulun ihlâsla (samimiyetle) yapmadığı ameller (işler) de Allah katında aynı neticeyi verir. Gösteriş olsun diye yapılan işler, kulu gizli şirke (Allah’a ortak koşmaya) düşürebilir. İnsan sevap yerine günah kazanır.
Sevgili kardeşlerim,
Hatırladığıma göre ben 5, kardeşim Mustafa ise 4 yaşlarındayız.
Babam işi sebebiyle şehirlerarası yolculukları çok yapmakta ve birçok geceler eve gelmemektedir.
Ben ve kardeşim annemle aynı yatağı paylaşarak uyurduk. Annem bir yanına beni diğer yanına kardeşimi alır, o şekilde yatardık.
Ama uyumadan önce mutad (her gün yapılan) bir işimiz olur. O işi yapmadan da kesinlikle uyumazdık. Hatta annemizin bazen unuttuğu olduğunda, birimiz annemize hatırlatırdık.
“Anne… Amentüyü okumayacak mıyız?”
Bu hatırlatma üzerine önce annem kelime kelime okur, sonra biz onu takip ederek amentüyü okurduk. Ancak ondan sonra gözümüzü rahat bir uyku için kapatırdık.
Tabii… Siz sevgili kardeşlerim de bizim okuduğumuz amentüyü bildiğinizi kabul ediyoruz. Öyle ya hepiniz Müslüman bir ailenin çocuklarısınız.
AMENTÜ DE NE SÖYLERİZ?
Sevgili kardeşlerim,
Sizlerle amentüyü bir kere de birlikte okuyalım mı? Ne dersiniz?
Amentü – Ben inanırım,
Billahi (1) – Allahın varlığına ve birliğine,
Ve melaiketihi (2) – Meleklerin varlığına,
Ve kütübihi (3) – Kitaplara (Zebur’a, Tevrat’a, İncil’e ve Kur’an-ı Kerime)
Ve Resülühü (4) – Peygamberlerine (28’ine ve son Peygamber Hz. Muhammed’e)
Ve’l yevmil ahiri (5) – Ahiret gününe (Bütün insanların hesap verecekleri güne)
Ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi (6) – Kadere, hayır ve şerre (kötülüklere),
Minallahi taala… – Bunları Allah’ın yarattığına,
Vel bağsi bağdel mevt (5) – Öldükten sonra tekrar dirilip hesap vereceğimize,
Hakkun – Haktır, (bunlar kesinlikle vardır)
Eşhedü enlâ ilahe ilallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulühü
Ben şahidim ki Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun kulu ve elçisidir.
Yukarıda ki söz, İslam’a inanmanın esaslarıdır. Her Müslüman bu sözü hem söyler ve hem de gereklerini yerine getirir. Bunlara “İmanın 6 esası” denir
İNANANLAR, İNANMAYANLAR
Sevgili çocuklar,
İslam’a inanmayanlar olsun veya amentüyü söylemeyenler olsun hepimiz Allah’ın kuludurlar. Ancak gerçek inanca sahip olmadıklarından onlar, yanlış ilahlara inanmaktadırlar.
Dünyamızı ve içindeki bütün canlıları (insan, hayvan ve bitkileri) yaratan, gözümüzü gökyüzüne kaldırınca gördüğümüz ve göremediğimiz bütün âlemleri yaratan Allah, gerçek inanca sahip olan Müslümanlara ahirette (öldükten sonra tekrar dirildiğimiz âlem de) büyük ödüller verecek. İnanmayanları ise (çok üzgünüm ama) ağır cezalarla, cezalandıracaktır.
İşte, Cennet ve Cehennem… Ahirettekilerin konulacağı iki ayrı yerdir.
Biri mutluluklar diyarı, diğeri ise elem ve acılar yurdu.
Cennettekiler bu yerde ebedi kalacaklar ve her istekleri anında karşılanacaktır.
Cehennemdekiler ise iki guruptur.
İnandıkları halde başkalarına haksızlıklar yapmış günahkârlar (ceza çekmesi gerekenler) diğer bir gurup ise, kendilerini yaratan, onlara rızık (yiyecek, içecek) vererek besleyen Allah’a inanmadıkları, onu tanımadıkları ve ona kulluk yapmadıkları (ibadet etmedikleri) için ebedi olarak orada kalacak olanlardır.
İYİLİK PERİLERİ OLUN
Sevgili çocuklar,
“Siz, siz olun”, yanlış bir inanç taşıyan bir arkadaşınız varsa, onu Müslüman olmaya (onu kırmadan) davet edin ve sonsuz ceza çekmekten kurtarın.
Birisine kötülük yapmayı düşünen bir arkadaşınızı gördüğünüzde, onun o kötülüğü yapmasına engel olun. Böylece hem kötülük yapılacak arkadaşınızı ve hem de kötülük yapacak olanı (cehenneme düşmekten kurtararak) koruyun.
Evet… Siz, siz olun… Birer ‘iyilik perisi’ olun.
Sevgili kardeşlerim,
Geçen sene, bu saat ve dakikada acaba nerede ve ne yapıyordunuz?
Soru biraz zor mu oldu?
Peki, soruyu biraz kolaylaştırayım.
Geçen ay, bu saatte nerede ve ne yapıyordunuz?
Meşhur tekerlemede söylendiği gibi;
“Aman be Nevzat Ağabey… Biz akşam ne yediğimizi bile hatırlamıyoruz, sen bize neler soruyorsun” mu diyorsunuz?
Pek güzel… O halde dün nerede ve ne yapıyordunuz? diye sorsam.
Her halde birçoğunuz artık bu soruma cevap verebildiniz, değil mi?
1 saat öncesini veya 1 dakika öncesini sorsam, hepiniz hatırlayacak ve doğru olarak cevap vereceksiniz.
Şimdi sizinle bir egzersiz (alıştırma) daha yapalım.
Haydi, şimdi de hep beraber;
“Şu yaşadığınız ve geçirdiğiniz 1 dakika, 1 gün, 1 ay ve 1 yılı, geri getirelim ve o anları tekrar yaşayalım…”
Haydi, bakalım biraz uğraşın… Ne oldu? Geri gelmiyorlar, değil mi?
O anlar yaşanmıştır ve bitmiştir. Artık o anlar hatıralarımız (anı) arasına karışmıştır. Eğer varsa fotoğrafları veya kayıtlı ise ses ve görüntüleri kalmıştır.
Bu şunu gösteriyor;
“Biz, zamanımızın kıymetini iyi bilmiyoruz”
Kıymetini iyi bilemediğimiz başka değerlerimiz de var. Bunlar;
Sağlık ve sıhhatimizin kıymetini de yine iyi bilmiyoruz. Bunu hastalanınca anlıyoruz ama iş işten geçmiş oluyor. Gençliğimizin kıymetini, zenginliğimizin kıymetini…
Bakın, sevgili Peygamberimiz bu konuda (Hadis-i şeriflerinde) ne söylüyor
“5 şeyin değerini, 5şey gelmeden iyi biliniz.
● Meşgale (yoğun uğraş) gelmeden boş vaktinizin,
● Hastalık gelmeden sağlığınızın,
● Fakirlik gelmeden zenginliğinizin,
● Yaşlılık gelmeden gençliğinizin ve
● Ölüm gelmeden hayatınızın kıymetini iyi biliniz”
Sevgili kardeşlerim,
Zengin ve varlıklı bir adam, yeni işe aldığı genç ve acemi (toy) bir delikanlı ile sefere (seyahate) çıkar. Yolculuk bu ya, yolları bir denizden geçmeleri gerekir ve bir gemiye binerler.
Ömründe denizi görmemiş ve gemiye de ilk defa binmiş olan genç adamın korkudan yüzü sap sarı kesilir ve solar.
Biraz sonra da, denizde hafif de olsa bir fırtına çıkar?
Genç adam hemen geminin bir kenarına büzülür ve başlar zangır zangır titremeye…
Kendisine nasihat ederler (öğüt verirler) olmaz, okşarlar olmaz, azarlarlar olmaz… Genç adam bir türlü teskin olamaz (normal hale gelemez), sakinleşmez.
Bu gencin patronu ise gemide herkesin sapa sağlam olmasına karşılık kendi adamının bu halinden huzursuz olur.
Gemide seyahat eden bir bilgili insan daha vardır.
Bu bilgili adam, durumu görünce genç adamın patronuna;
“Müsaade buyurursanız (izin verirseniz) ben onu sustururum” der. Patron da;
“Lütfedesiniz (iyilik yapmış olursunuz)” diyerek onun yapacağı işe onay verir.
Bilgin önce titreyip duran genci denize attırır. Genç adam, denizde bir iki batıp çıkar. Sonra “can havliyle” geminin dümenine tutunur.
Sonra onu saçından tutup tekrar gemiye alırlar.
Gencin titremesi geçmiş ve sakinleşmiştir. Artık ağlayıp sızlanmadan, geminin bir köşesinde oturmaktadır.
Zengin adam, bilgili adamın bu hareketini pek beğenir ve hoşuna gider. Bilgine sorar;
“Bu işin hikmeti nedir ki bu genç arkadaşım şimdi sakinleşti?” diye sorar.
Bilgin de ona;
“Bu genç adam daha önce suda batma eziyetini, tatmadığı için gemideki selametin kadir ve kıymetini bilmiyordu. Ona önce suda batmanın sıkıntısını tattırdım ki geminin kıymetini bilsin de huzur duysun…” der.
Sevgili kardeşlerim,
Biz, Müslümanlarız. Amentü diye başlayan sözlerimiz içerisinde Peygamberlere de inanmak mecburiyetimiz de (zorunluluğumuz) var. Yoksa iman etmiş olmayız.
Son Peygamber Hazret Muhammed’e inandığımız gibi, bugün kıssasını (hikâyesini) anlatmaya çalışacağım Eyyup Peygambere ve diğerlerine de inanmalıyız.
Kur’an-ı Kerim’de isimleri sayılan 28 Peygamber var. Peygamberlerin gerçek sayısını ise sadece Allah bilir.
Ancak bütün işlerimizi, son Peygamber Hazreti Muhammed’in yaptıklarına bakarak düzenleriz. “Onun yapın dediklerini yapar, yapmayın dediklerini yapmayız.”
Diğer Peygamber gibi Eyyup Peygamber de Müslüman’dı. İnsanların tek Allah’ın varlığa inanmalarına ve onun emirlerine uymalarını istemekteydi.
Eyyup (a.s.) Suriye ve Ürdün arasında bir bölgede oturmaktaydı. Ama kendisinin 13 erkek evladı (çocuğu), binlerce koyunu, inekleri, bunların bakıcıları ve onların aileleri gibi çok büyük bir canlı topluluğunu yanında barındırmaktaydı. Yani çok varlıklı ve zengin bir insandı.
Bu varlığını yoksullar, fakirler, dul ve yetimlere bol bol dağıtır, oradan gelip geçen bütün insanları misafir (konuk) olarak ağırlar, onlara yedirir, içirirdi.
ZORLULARA KARŞI SABIR
Sevgili kardeşlerim,
Allah, insanları acılar, zorluklarla imtihan (sınav) eder. Çünkü insanlara bütün iyilik ve kolaylıkları Allah verdiği gibi acı ve zorlukları da yine o verir. Yeter ki insan bu zorlukları Allah’ın kendine verdiğini bilsin ve o zorluklar karşısında yılmasın, o zorluğa dirensin, yani sabretsin. İşte Allah, insanın bu inanış ve davranışına büyük ödüller vermekte ve onu “altından ırmaklar akan cennetlerine koymaktadır”
Peygamberler ise Allah’ın seçkin kulları olup onların karşılaştıkları zorluklar bizden kat kat daha fazla olmaktadır.
Bir gün gelir ve Eyyup (a.s.)’ın bütün serveti (mal varlığı) yok olur. Evi yıkılır, içinde bulunan eşi ve oğulları ölürler.
Bir gün de gelir kendisi dayanılmaz acılarla hastalanır. Yalnız başına yemek yiyemez, tuvaletini yapamaz, başka insanların yardımına muhtaç olur. Hastalıktan dolayı bir kötü koku yaymaya başlar, köylüler onu köyün dışına atar. Yanında sadece eşi vardır ve bir gün O da O’nu terk eder.
Fakat o bu belaları (zorlukları) sabırla karşılar ve Allah’a hamd (şükür) etmeye devem eder ve der ki; “Onlar zaten Allah’a aitti. Bana emanet olarak verilmişti. O, onları ister ve geri aldı. Ben annemden çıplak olarak doğdum. Ölünce çıplak olarak gömüleceğim. Çıplak olarak da mahşerde (ölümden sonra dirilecek olacak olan insanların toplanacağı meydan) haşr olacağım. (hesap vereceğim.)”
ZORLUKTAN SONRA GELEN FERAHLIK
“Her zorluktan sonra bir ferahlık vardır” sözü Eyyup Peygamber için de geçerli oldu ve Allah kendisine; “Ey… Eyyup … Dualarını ve şükürlerini kabul ettim. Senden aldıklarımı fazlasını sana geri vereceğim” buyurdu ve ona; “Ayağınla yere vur. Yerden senin için içilecek ve yıkanılacak bir soğuk su çıkaracağım” dedi.
Eyyup (a.s.) o sudan yıkandı. Vücudunun dışında ki hastalıklar iyileşti. O sudan içti, içinde ki hastalıklar geçti. Allah ona güzel elbiseler verdi, eskisinden daha güzel ve yakışıklı bir insan oldu.
Hanımı, Eyyup (a.s.) yalnız bırakmış olmaktan dolayın pişman olmuştu ve “Eğer kocam açlıktan öldüyse veya bir yırtıcı hayvan parçalamışsa ben kendimi affetmeyeceğim” dedi ve kocasının yanına gitti.
Bir de ne görsün… Karşısında genç ve yakışıklı bir insan duruyor. Önce onun Eyyup (a.s.) olduğuna inanamadı. Biraz konuşunca onun kocası olduğunu anladı ve kendisinden özür diledi. Ancak eşi Eyyup Peygamberi terk edince o eşinin kendisini terk etmesinden dolayı yemin etmiş ve kendisine 100 sopa vuracağını söylemişti. Allah, o yemin hakkında da kendilerine kolaylık gösterdi ve Kur’an-ı Kerim Sad Suresi 44. Ayet’te; “Eline bir demet buğday sapı al ve onunla ona vur. Böylece yeminin yerine getir” buyurdu.
Eyyup Peygamber bu güzellikler içinde 90 yıl daha yaşadığı rivayet edilmektedir. (söylenmektedir.)
Sevgili kardeşlerim,
Hepimize bir takım değişik zorluklar, acılar ve üzüntüler gelebilir. Bilmeliyiz ki bize bu zorlukları gönderen Allah’tır. Onun gönderdiği bu zorluklara karşı sabretmeliyiz ve zorluğun kaldırılmasını sadece O’ndan istemeliyiz.
Zorluklar karşısında o zorluğa yenilmek, intihar etmek (kendini öldürmek) veya bu zorlukları kendine verdiği için Allah’a bühtan etmek (sitem etmek) bizde yoktur.
Bu konuda en güzel örnek Eyyup Peygamberin davranışıdır.
Birbirimize duamız; “Allah sana, Eyyup Peygamber sabrı versin…” olmalıdır.
Sevgili kardeşlerim,
Sizin uğraşıp da üstesinden gelemediğiniz, bir türlü halledemediğiniz işleriniz oldu mu? Kendinizi çözmeye mecbur hissedip de çözemediğiniz problemleriniz var mıdır?
Bir ay sonra sınav var, dediğiniz…
Bu sınavda büyük bir ihtimalle şu konu veya şu problem çıkacak diye karar verdiğiniz ama bir türlü de o konuyu anlayamadığınız, problemi çözemediğiniz oldu mu?
Elbette olmuştur.
Peki, ne yaptınız öyle durumlarda?
Sınıfınızda bir arkadaşınızın çok üzgün olduğunu görüyorsunuz.
Kendi kendinize, “Acaba bu arkadaşım niçin üzgün? Ben, kendisine yardımcı olabilir miyim?” dediniz mi?
Arkadaşınıza birkaç sefer “üzüntüsünün sebebini sordunuz” Ama o;
“O kadar önemli bir şey değildir” diyerek üzüntüsünü size açmak istemedi.
Ne yaparsınız o zaman?
“Aman, bana ne?” mi derdiniz? Yoksa o arkadaşınızın üzüntüsünü gidermek için çareler mi araştırırdınız?
Bir arkadaşınızdan bir teklif aldınız. Diyelim ki arkadaşınız size;
“Yüksekokula birlikte gidelim. Aynı bölümü seçelim. Derslerde ve diğer konularda birbirimize yardımcı oluruz” dedi.
Daha önünüzde 6 – 8 ay gibi bir zaman var.
Siz, “Peki o şekilde yaparız” diyerek kendinizi bağlar mısınız? Yoksa bu konuyu zamana bırakarak, “Hele o gün bir gelsin. Bakarız…” mı dersiniz?
Belki birçok olayı zamana bırakmak en akıllıca iş olacaktır. Çünkü zaman, o sizin problem olarak gördüğünüz işleri çözmüş olabilir.
Bazı işler hariç birçok iş böyle çözülmektedir, çünkü…
En azından, gelecek için şimdiden söz vererek kendinizi bağlamış olmayacaksınız.
HOCA DA ZAMANA BIRAKMIŞ
Tarihte ismini duyduğumuz Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazit’le yaptığı Ankara Savaşı’nı kazanınca Akşehir’e kadar gelmiş, olduğu söylenir.
Otağını (çadırlarını) oraya kuran Timur, bir ferman çıkarır.
“Benim fillerimden birine okuma yazma öğreteceksiniz. Eğer şu kadar zaman içinde içinizden böyle bir muallim (öğretmen) çıkmazsa, Akşehir’i yakar yıkarım” diye tehdit eder.
Akşehirlileri bir telaş alır…
“Koca fil nasıl okuma yazma öğrenir? Bu file okuma yazmayı kim öğretir…” diye.
Uykuları kaçar, Akşehirlilerin.
Her şehir de “akıl dane… akıllı insan” olur ya Akşehir’de de Nasreddin Hoca akıl dane olarak bilinirmiş.
Şehrin Ukalaları (ileri gelenleri) hemen Hoca’ya gitmişler ve
“Ne olursan senden olur. Bizi bu beladan kurtar” diye yalvarmışlar.
Hoca da bunların ricalarını kıramamış ve Timur’a giderek “kendisinin file okuma yazma öğretebileceğini…” söylemiş.
Timur’un yanından çıkan Hoca efendinin çevresini Akşehirliler çevirmişler ve;
“Ne oldu Hocam. Ne oldu Hocam…” diye sormaya başlamışlar. Hoca da onlara;
“Timur’dan 10 sene vakit istedim. Bu on sene içerisinde filin ve benim geçimimi (yiyecek, içecek ve barınmamı) sağlamasını istedim.
Timur benim şartlarımı kabul etti. Ben de file okuma yazma öğretmeyi kabul ettim” diye cevap vermiş. Akşehirliler,
“Aman Hoca ne yaptın sen… On sene de olsa, on beş sene de olsa, koca fil hiç okuma yazma öğrenebilir mi?” demişler. Hoca gayet sakin…
“Ben de biliyorum filin okuma yazma öğrenemeyeceğini… Ama bu 10 sene içinde bakarsın ya fil ölür, ya Timur…” deyivermiş.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.