DOLAR

20,9783$% 0.73

EURO

22,5975% -0.26

STERLİN

26,4130£% -0.37

GRAM ALTIN

1.312,07%-0,73

ÇEYREK ALTIN

2.197,00%-1,40

BİST100

5.114,97%3,13

BİTCOİN

569185฿%1.5555

Öğle Vakti a 12:30
Giresun HAFİF YAĞMUR 16°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
X
Nevzat Ağabey

Nevzat Ağabey

19 Mayıs 2023 Cuma

    İşimizi Nasıl Yapalım?

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Çevremizde birçok insan ve olay, bizi kendine çağırır ve bizi yaptığımız işten alıkoyar. Önümüzde yapmak istediğimiz işimiz vardır ama arkadaşlarımız, dostlarımızı da çiğneyip geçemeyiz ki…

    Çevremize bakarsak işimiz, işimize bakarsak çevremiz kalır.

    Çünkü biz biliyoruz ki; “Ayinesi (aynası) iştir, kişinin laf’a bakılmaz”

    Sağın solun seni meşgul etmesi ile veya bol laf konuşarak işimizi aksatırsak bu hem bize ve hem de o işten faydalanacak insanlara yazık etmiş oluruz.

    Aşağıda ki hikâye, elinde ki işi yapmaya azmetmiş bir gencin, çevresini nasıl boş verdiğini anlatmaktadır.

    Bir zamanlar ailesinden büyük bir miras kalmış olan zengin bir genç varmış. Serveti sayesinde çalışmak zorunda kalmadan dilediği gibi yaşayan bu genç birçok zaman da doğru yoldan sapıyormuş. Etrafındakiler ona:

    – Bu yol, yol değil. Artık bu aylaklığı, serseriliği bırak. Doğru yola gir, diyorlarmış. Genç de onların haklı olduğunu kabul ediyormuş ama yine nefsine uyuyormuş.

    Sonunda genç adamın aklına bir çare gelmiş. Memleketinde bilge bir hükümdar varmış. Ona gitmiş ve derdini anlatmış.

    – Bir daha serseri hayata dönmemem için bana bir yol gösterin, demiş.

    Hükümdar, emrindekilere “ağzına kadar dolu bir küp zeytinyağı getirmelerini” emretmiş. Ardından da genç adama bu küpü verip,

    – Bu küp al, şehrin işlek caddesinden geçirip, diğer ucundaki köşküme götür, demiş. Ancak genç adam kapıdan çıkmadan ardından seslenerek;

    – İki adamım da seni takip edecek. Sakın yere bir damla bile zeytinyağı dökme! Eğer bu vazifede en ufak bir hata yaparsan kellen gider!

    Genç adam bu işten bir şey anlamamış ama mecburen söyleneni yapmış. Kendisini hükümdarın iki adamının eli silahlı bir şekilde takip ettiğini görünce bütün dikkatini işine vermiş.

    Bu sırada kendisini meyhaneye, eğlenceye çağıran arkadaşlarını duymamış bile. Gözü etrafta dolaşıp kendini kötü yola davet edenlere de takılmamış. Çünkü genç adam gözünü zeytinyağı küpünden ayıramıyordu.

    Sonunda bir damla bile damlatmadan söylenen köşke ulaşmış. Gittiğinde hükümdarın kendisini orada beklerken görmüş.

    Hükümdar genç adama sormuş:

    – Söyle bakalım, şehrin ana caddesinden geçerken ne gördün, ne duydun? Genç adam:

    – Hiçbir şey görmedim ve duymadım, demiş. Can korkusuyla vazifemi yerine getirmekten başka bir şey düşünemiyordum. Gözümü küpten ayırmadım ki etrafımı göreyim…

    Hükümdar:

    – Benim iki adamım seni görüyor diye böyle kendini vazifene verdiğin zaman gözün başka bir şey görmedi. Öyleyse omuzlarında senin sevap ve günahını yazan iki meleğin seni gördüğünü düşün ve kulluk vazifeni de öyle dikkatle yerine getir. O zaman gözün ve kulağın kötülüğe çağıranları görmez ve işitmez, doğru yoldan da sapmazsın, demiş.

    Devamını Oku

    Sultan Süleyman ve Adalet

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sevgili kardeşlerim,

    Sultan Süleyman adını tarih de okumuş veya bir şekilde duymuşsunuzdur.

    Tarihimiz de iki tane Sultan Süleyman vardır. Birisi Osmanlı İmparatorluğu Sultanı (Hükümdarı) Kanuni Sultan Süleyman, diğeri ise Kur’an-ı Kerimde adı geçen hem Peygamber ve hem de Devlet yöneticisi olan Sultan Süleyman’dır.

    Bu yazımda size Peygamber ve Padişah olan Sultan Süleyman’dan bahsedeceğim.

    Allah (c.c – celle celalühü) bu Peygamberine o kadar çok ikram ve ihsanlarda bulunmuş ki kendisine Büyük (Ulul azim) Peygamberlerden biridir.

    Süleyman Peygamber, Allah’ın diğer peygamberleri gibi gönderildiği insanları dünya ve ahiret saadetine davet eden bir elçisidir.

    Sultan Süleyman aynı zamanda bulunduğu toplumu adaletle idare eden bir Devlet Başkanıdır. İnsanların iyi işlerine mükâfat, kötü işlerine cezalar vermeye yetkilidir. Toplumu iç işlerinde ve dış işlerinde korumaktadır.

    Ayrıca bütün hayvanların dilinden anlar, onlara hükmeder ve idare ederdi. Bunun yanı sıra gözle görülmeyen varlıklardan olan Cinlere de hükmeder onlara buyruklar verir, görevini yapmayan veya yapamayanlarına cezalar verirdi.

    ÇÖZÜLEMEYEN BİR DAVA

    Sultan Süleyman döneminde çok garip bir olay yaşanır.

    O’nun ülkesinde yaşayan iki hanım, bir çocuk üzerinde analık iddiasında bulunurlar. Kadınlardan biri “Bu çocuk benim çocuğum” derken diğer kadın da “Hayır, bu çocuk benim çocuğum” demektedir.

    Çocuk 1 yaşında daha da küçüktür. Kendisi, annesinin kim olduğunu söyleyememektedir.

    Devletin çeşitli kademelerinde görev yapan idareciler, kadılar (hâkimler), ulemalar (âlimler) ne yaptılarsa başarılı olup çocuğun gerçek annesini tespit ederek çocuğu ona verememişlerdir.

    Netice dava Sultan Süleyman’a götürülür.

    “Efendim. Bu kadınlardan ikisi de bu çocuk hakkında analık iddiasında bulunmaktadırlar. Biz ne yaptıysak gerçek anayı bularak çocuğunu kendisine veremedik. Sonuç da size geldik” derler.

    Kadınları ve çocuğu huzuruna alan Sultan Süleyman, bir kere de kendisi kadınlara sorar.

    “Bu çocuk hanginizin?” Eğer yanlış söyleyen olursa ona ceza vereceğim” der.

    Kadınları her ikisi de yine aynı sözü tekrarlar ve her biri;

    “Bu çocuk benim” Sultanım, derler.

    Sultan bakar ki normal yollardan bu davanın çözüme bağlanması imkansız, o zaman bir başka metot uygulamaya karar verir ve adamlarına emir verir.

    “Bana bir kılıç getirin ve çocuğu da şu masanın üzerine yatırın”

    Sultanın adamları verilen emirleri yerine getirmek için koşuşurken, kadınlardan birisi Sultan’a dönerek;

    “Kılıcı ne yapacaksınız, çocuğu niçin masa üzerine yatırıyorsunuz? Sultanım…” diye sorar.

    Sultan cevap verir.

    “Her ikiniz de çocuğun anası olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Biriniz doğru söyleyerek ben anası değilim demiyorsunuz.

    O zaman bana tek yol kalıyor. Bu çocuğu masa üzerinde kılıçla ortadan ikiye keserek bir parçasını birinize, diğer parçasını da diğerinize vereceğim” der.

    Ortamın çok gergin olması, Sultanın dediğini yapacak görünmesi kadınlardan birini merhamete getirir ve Sultan’a;

    “Sultanım…” der. “Ben analık hakkımdan vazgeçiyorum. Çocuğu kesmeyin de varsın diğer kadına verin, onun olsun.” der.

    Kadından bu sözü duyan Sultan çocuğun, kesilmesine razı olmayan bu kadına verilmesini ve diğer kadının da zindana atılmasını emreder.

    Çevresindeki adamlarına; “Gerçek anne çocuğun kesilmesine razı olamadı ve analık hakkından vazgeçti. Böylece gerçek anne ortaya çıktı” diyerek yaptığı hamlesinin sebebini açıklar.

    Devamını Oku

    İlim Kendin Bilmektir

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sevgili kardeşlerim,

    Bir televizyon kanalında, İstanbul/Fatih caminin bahçesinde gelen geçen gençler – yaşlılar, kadınlar – erkeklerle röportaj (konuşma) yaptıklarını seyrettim.

    TV muhabiri (takdimci) onlara şu soruları sordu.

    “Dört mukaddes kitap (kitaplarımız) hangileridir?”

    Bunun cevabını aldıktan sonra ikici soru;

    “Bu kitaplar hangi peygamberlere gönderilmiştir.”

    Aman Ya Rabbi… Koca koca adamlar, hiç birisine doğru cevap veremediler. Hele Allah’ın İsa Peygambere gönderdiği “İncil” için birçoğunun “İncir” demesi, benim için gerçekten çok yadırganacak bir durumdu.

    “Bunlara film artistlerinin adlarını veya futbolcuların isimlerini sorsanız hemen ve doğru olarak cevap alırsınız da, inançlarımızla ilgili önemli bilgileri alamazsınız” diye düşündüm ve ilkyazımda bu konuları siz kardeşlerime aktarmayı uygun buldum.

    Sevgili çocuklar,

    Size önce Tasavvuf (İslam) edebiyatımızın öncüsü Yunus Emre’den iki dörtlük aktarmak istiyorum. Yaşı ve öğrenimi ilerlemiş insanlara diyor ki koca Yunus;

    İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.

    Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır.

    Okumaktan mani (amacı) ne, kişi hakkı bilmektir.

    Çün okudun bilemedin, ha bir kuru emektir.

    Okudum bildim deme, çok taat (ibadet) kıldım deme,

    Eri hak bilmez isen, abes (boş, kötü) yere yelmektir.

    Dört kitabın manisi, bellidir bir elifte.

    Sen elif dersin hoca, manisi (manası) ne demektir.

    Demek ki okuduk, öğrenim yaptık… Doktor, doçent veya Profesör olduk… Eğer, Hakk’ı bilmezsek, bu Yunus’un diliyle bir kuru emek yani boşuna okumak, olmaktadır.

    Sevgili kardeşlerim,

    Mukaddes (Allah’ın biz kullarına gönderdiği) kitaplarımızın adedi dörttür. Biz bunların (asıllarına) inanmakla sorumluyuz. Buna amentümüzde “kitaplara iman…” denmektedir.

    Bunlar; “Zebur, Tevrat, İncil ve Kur’an-ı Kerim” dir. Bazı Peygamberlere ise sayfalar şeklinde kitaplar indirilmiş olduğunu Kur’an-ı kerimden öğreniyor ve bunlara da inanıyoruz.

    Zebur, Davut (a.s – aleyhiselam) Peygambere,

    Tevrat, Musa (a.s) Peygambere,

    İncil, İsa (a.s) Peygambere ve sonuncusu ise

    Kur’an-ı Kerimdir ki Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e indirilmiştir.

    Sevgili kardeşlerim,

    Bu kitapların bazı özelikleri bulunmaktadır. Bunlar;

    –         Her gelen kitap kendinden önceki kitabın hükümlerini kaldırmıştır.

    –         İlk üç kitap sadece bir kavme, İsrail oğullarına (Yahudilere) indirilmişken Kur’an-ı Kerim yeryüzündeki bütün insanlar için indirilmiştir.

    –         Kur’an-ı Kerim son kitap, Peygamberimiz son Peygamberdir. Bundan sonra Peygamber gelmeyecek ve başka kitap da inmeyecektir.

    –         Zamanımızda diğer kitaplara inananlar varsa ve o kitabın hükümlerini uyguluyorlarsa bu doğru bir yol değildir. Son kitabı (Kur’an-ı Kerimi) ve son Peygamber hazreti Muhammedi kabul etmedikçe “Allah’ın hoşnutluğunu” kazanamazlar.

    Çünkü kitapların hepsini gönderen aynı Allah’tır. İlk kitaplara inanan bir insanın

    son kitaba da inanması, en doğal olanıdır.

    Kitaplar, Allah’ın biz kulları için gönderdiği emir ve yasakları, bunları bize anlatan ve o hükümleri (emirleri) yaşayarak bize örnek olanlar da Peygamberleridir.

    Peygamberimize iman eden ve aynı zamanda onu başına Emir kabul ederek bütün güçleriyle ona destek olan ve adlarına “dört halife” denilen arkadaşları şunlardır.

    Hazreti Ebu Bekir (r.a – radıyallahu anh – Allah ondan razı olsun),

    Hazreti Ömer (r.a),

    Hazreti Osman (r.a) ve

    Hazreti Ali (r.a)

    Bunlar birer Peygamber olmayıp, Peygamberimizin ashabıdırlar (arkadaşları). Peygamberimiz vefat edince (ölünce) sıra ile İslam devletinin başına geçerek halife (Devlet başkanı) olmuşlardır.

    Şimdi artık böyle bir soruyla siz karşılaşırsanız, nasıl cevap vereceğinizi biliyorsunuz. Değil mi?

    Devamını Oku

    Simit Tezgâh Benim Di

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sevgili gençler, hepimizin hayatında ne anlamlı anılar yaşanmıştır. Bunlar içerisinde bizi üzen anılar da olmuş, bizi sevindiren anılar da…

    Yaşarken acı anılarımız sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelir… Ama bir müddet sonra o acı hatıralar kaybolur, yerini daha mutlu olduğumuz hatıralara terk ederler…

    Sevinçli ve mutlu anılarım da bunun gibidir. Bazen çok sevinirsiniz ama bu sevinç uzun sürmez. Bir müddet sonra onlar da başka bir yaşantıya dönerler.

    Ama şu iyi bilinmelidir ki; “Acı hatıralar ebedi (sonsuz) değildirler. Ve bu acı olayları yaşatanlara zalim, yaşadığımız ortama da zulüm denilirse; “Zulüm ebedi payidar olmaz (devamlı o insanın başında kalmaz)”

    Zor günleri yaşamış ama daha sonra kolay günlere ermiş bir insan, o günlerin hatırasını bakın nasıl yad ediyor.

    Ahmet Sırrı Arvas kardeşimiz, şahit olduğu bir olayı kaleme almış. Eski hatıraların insan üzerinde ki tesirleri nasıl büyük oluyormuş, bize onu göstermiş.

         

    BU TEZGAHDAN YETİŞENLER

    Ünlü basketbolcu eşiyle birlikte, İstanbul Eminönü’nde geziyordu.

    Önce Kapalıçarşı, Topkapı Sarayı, Gülhane Parkı derken Yeni Cami’nin önüne kadar geldiler. Orada bağıra bağıra simit satan bir çocuk gördüler.

    Basketbolcu birden durakladı. Sonra simitçiye yaklaştı.

    Simit’in kaçadır koçum?

    1 lira Abi…. Bakın çıtır, çıtır…

    Tezgâhta kaç simit var?

    70-80 tane var herhalde…

    Hepsini alsam ne tutar? dedi ve cebinden çıkardı ve simitçiye bir 300 lira uzattı.

    Al sana 300 lira….Farz et ki hepsini aldım…..

    Sağ ol abi… Sağ ol…

    Basketbolcu üç yüz lira çıkarıp simitçinin önüne bıraktı.

    Eşi şaşkındı… Üç beş adım yürümüşlerdi ki kocasına yaklaşıp fısıldadı;

    Suat, sen delimi sin?

    Yoooooo…

    Peki, yemediğimiz simitlerin parasını niye verdin?

    Boş ver sorma…

    Diyelim ki soruyorum hem ısrarla soruyorum…

    Öyleyse söyleyeyim… Tablanın kenarı dikkatini çekti mi?

    Hayır…

    Dikkatli baksaydın görecektin… Tahtaya bir isim kazınmıştı.

    Nasıl bir isim?

    Suat.

    Yoksa…

    Evet, o tezgâh eskiden benimdi…

    İşte sevili çocuklar,

    Hiç ummadığımız bir anda hepimizin karşılaşacağı böyle sürpriz olaylar çıkabilir.

    Veya bizler başkalarına böyle bir mutlu olayı yaşatabiliriz.

    Ne güzel şey, insanların birbirlerine yardımcı olması…

    Ne zor şey; ‘Rabbena, hep bana..’ anlayışındaki insanlarla birlikte yaşamak..

    Devamını Oku

    Hiç Olmak Mümkün Mü                           

    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Sevgili kardeşlerim,

    Size şu soruyu mutlaka sormuşlardır!

    “Evladım. Sen, büyüyünce ne olacaksın?”

    Eğer size daha önce bir kopya veren olmuşsa hemen cevaplamışsınızdır.

    Mesela; “Ben, mühendis olacağım” demişsinizdir.

    Tabii diğer meslekleri de söyleyenleriniz olmuştur.

    Ama eğer gelecekte olmak istediğiniz mesleğe ait bir bilginiz yoksa o zaman da cevap verememişsinizdir, bu soruya.

    Şimdi bir kere de ben sormak istiyorum aynı soruyu!

    “Kardeşim… Sen büyüyünce ne olacaksın?”

    Her birinizin verdiği cevapları duyar gibi oluyorum.

    Her biriniz gönlünüzde yatan bir mesleği söylüyor olmalısınız.

    HİÇ OLMAYI DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ, HİÇ

    Hiç olabilmek… Veya hiç olduğunun farkına varabilmek…

    Mühendis, avukat, doktor, profesör olduktan sonra hiç olduğunun farkına varmak ve bu duyguyu ta yüreğinin derinlerinde hissetmek…

    Kaymakam, vali, milletvekili, bakan, başbakan veya cumhurbaşkanı olduktan sonra bile bir hiç olduğunu anlayabilmek…

    Aslında “Hiç olma mesleği…” çok zor bir meslektir.

    Çevrenizde herkesin saygı ve hürmetini kazandığınız halde, “Hiç olduğunuzun…” farkına varmak ve bu duyguyu yaşayabilmek.

    Bir taraftan nefsiniz (senin içindeki sen), bir taraftan çevrenizde sizi pohpohlayan (öven) insanların varlığı, o kişinin hiç olduğunun fark edeceği ortamı yok etmekte ve o insanı sanki önemli bir varlıkmış gibi ortaya çıkarmaktadır.

    Elbette insan önemli varlıktır ama hiç olduğunun farkına varması şartıyla…

    Bu şekilde hareket etmek, “her kişinin değil, er kişinin…” yapabileceği bir iştir.

    “Zira bizi, çevremizdeki bütün varlıkları, dünyayı ve içindekileri, bütün bir kâinatı (evreni) yaratan Allah’ın ilmi ve gücünün karşısında, bir insan olarak (en yüksek rütbede de olsak) bizim bilgimiz ve gücümüz nedir ki?” diye düşünebilmek.

    İşte bir insan bunu hissettiği, bunu anlayabildiği ve buna inandığı zaman o insan “Hiçliğini anlamaya başladı” demektir.

    Mesleği veya makamı yüksek bu gururlu adamlar, gözün bile göremediği ve ancak mikroskopla görebildiğimiz mikroplar tarafında hastalanarak yatağa düşünce, acaba kendi acizliğini ve hiçliğini anlayabilir mi, ne dersiniz?

    HOCA MERHUM DEMİŞ Kİ

    Her halinden tahsil (öğrenim) yaptığı belli olan adamın biri, Nasrettin Hoca’yla karşılaşmış ve ona sormuş;

    “Başında bu sarıkla sen kimsin?” be adam?

    “Hiç” demiş Hoca, “Ben hiç kimseyim.”

    Hocanın bu cevabına dudak büküp, söylediklerini önemsemediğini görünce, bu sefer Hoca sormuş ona.

    “Ya sen kimsin?” bakalım. Adam demiş ki;

    “Ben, mutasarrıfım (Siyasal fakültesini bitirdim)” demiş adam kabara kabara.

    Bu kere, tekrar sormuş, Hoca;

    “Sonra ne olacaksın?” Adam cevap vermiş.

    “Herhalde vali olurum”

    Hoca yine üstelemiş;

    “Daha sonra ne olacaksın?” demiş. Adam bu sefer de;

    “Belki vezir (Bakan), olurum” demiş adam.

    Hoca bu… İşin peşini bırakmamış ve tekrara sormuş;

    “Daha daha sonra ne olacaksın?” Adam;

    “Bir ihtimal sadrazam (Başbakan) olabilirim” demiş. Hoca devam etmiş;

    “Peki, ondan sonra ne olacaksın?”

    Artık olabilinecek dünya makam kalmadığı için adam, boynunu büküp son makamını söylemiş:

    “Hiç.” Demiş.

    Baştan beri bu cevabı bekleyen Hoca, “taşı gediğine yerleştirivermiş”

    “O halde deminden beri niye kabarıyorsun be adam.

    Ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım;

    Yani, “Hiçlik makamında!” deyivermiş.
     

    Devamını Oku

    Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.