34,8527$% 0.07
36,7274€% -0.13
44,4454£% 0.09
2.998,78%0,78
4.912,00%0,22
10.173,62%-0,82
3398494฿%-0.72171
6 EN’AM – 84: “Ve ona İshak (A.S.) ve Yâkub (A.S.)’ı bağışladık. Hepsini hidayete erdirdik. Ve daha önce Nuh (A.S.)’ı hidayete erdirdik ve onun zürriyetinden Davud (A.S.), Süleyman (A.S.), Eyyub (A.S.), Yusuf (A.S.), Musa (A.S.) ve Harun (A.S.)’ı da hidayete erdirdik. Ve işte böylece, muhsinleri mükâfatlandırırız.”
Allah’û Tealâ her kavimdeki Resûllerine ve özellikle Nebîlerin olduğu devirlerde var olan Nebîlerine, karşılıksız ni’met verir. Onlar onu kesbetmeden, haketmeden verir. Resûl, kendi gayretinin sonunda onu hakederek, daimî zikrin sahibi olmamıştır. Allah onu daimî zikre kendisi vehbî olarak ulaştırmıştır. Ama bütün evliyanın daimî zikre ulaşması kesbîdir. Hepsi iktisap etmişlerdir, hak kazanmışlardır. Kendi gayretleriyle, adım adım zorlayarak, daimî zikre kadar ulaşmışlardır.
Hz. Nuh (A.S.) ve Hz. Âdem (A.S.) birbirlerine çok benzerler. İkisi de bir başlangıçtır. Hz. Nuh, kendisinden sonra gelen bütün insanların kurtarıcısıdır. Bir tek gemiyle, belki bir transatlantikten daha büyük bir gemiyle; kimler onunla beraber gelebilmişlerse, dünyada sağ kalanlar sadece onlardır. Bütün günahkârların öldüğü, yok olduğu; yerlerine Allah’a bağlı olanların, hidayete erenlerin getirildiği, yeni bir devir başlamıştır.
Vehbî olan bir işlemle, kesbî olan bir işlem birbirinin aynı değildir. Allah’û Tealâ vehbî işlemlerde haketmeden verir, hakettiğinin ötesinde verir, kendiliğinden bağış yapar (hibe eder). Allah’û Tealâ’nın Resûller veya Nebîleri (âyette adı geçenlerin hepsi nebîdir) muhsinler, ahsene ulaşanlar, nefslerindeki afetler yok olmuş, onun ötesine de geçmişlerdir. Sadece ruhlarını, nefslerini, vechlerini değil, iradelerini de Allah’a teslim etmişlerdir. Devrin İmamları ise düşünce sistemlerini de, akıllarını da Allah’a teslim etmişlerdir.
Allah’û Tealâ, muhsinleri de böyle mükâfatlandırdığını söylüyor.
21 ENBİYA – 73: “Ve onları, emrimizle hidayete erdiren (ölmeden önce ruhları Allah’a ulaştıran) imamlar kıldık. Ve onlara, hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar, Bize kul oldular.”
Huzur Namazı’nın imamlığı, Allah’ın katında (İndi İlâhi’de) kılınan namazın imamlığıdır. Allah’ın katında, oradaki 1 günlük zaman süresinde, 7 vakit namaz kılınır. Orada Huzur Namazı’nın İmamı’na tâbî olarak insan ruhları namaz kılarlar. Bütün Nebîler ve Son Nebî olan Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.) de yaşadığı dönemde Huzur Namazı’nın İmamı’ydı.
Bu imamların temel vazifeleri insanları hidayete erdirmek, insanların ruhlarını Allah’a ulaştırmaktır. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, Allah’û Tealâ onu 12 ihsanla Mürşidine ulaştırır. Allah’a ulaşmayı dilemiş olan bu kişi, Allah’ın kendisine beyan ettiği Mürşide ulaşarak, önünde diz çöküp, tövbe ettiği anda, o merasimde Devrin İmamının Ruhu, arşı tutan meleklerle beraber mutlaka hazır bulunur. Ve hemen o kişinin başının üzerine gelip yerleşir. Kişinin ruhunun Allah’a ulaşması istikametinde emrini vererek kişinin ruhunu vücuttan ayrılmaya davet eder. Vücuttan ayrılan ruh, 7 katlık bir yolculuğu tamamlayarak Allah’a ulaşır. İşte bu görevi yapan, Devrin İmamı’dır.
Burada da her biri kendi devrinin imamı olan Hz. İbrâhîm, Hz. İshak ve Hz. Yâkub’tan bahsedilmektedir. 3 nesil ve 3 Huzur Namazı’nın İmamı söz konusudur. Ve Allah’û Tealâ onlara vahyettiğini ifade etmektedir. Burada bahsedilen imamlar, Peygamber imamlardır, yani Nebî imamlardır.
32 SECDE – 24: “Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık, sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.”
SECDE 24. âyet, Kur’ân’ın en önemli âyetlerindendir. Huzur Namazı’nın İmamları’nı tarif etmektedir. Enbiyâ-72’de Allah’û Tealâ, Peygamber isimleri saymaktadır. Enbiyâ-73’te de Huzur Namazı’nın İmamları vardır.
Enbiyâ Suresi’nin 73. Âyet-i kerimesindeki imamlar, Hz. İsa (A.S.), Hz. Musa (A.S.), Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Hz. İbrâhîm (A.S.) gibi Peygamberler yani Nebî Resûller’dir.
Bütün Peygamberler; Devrin İmamı’dır, yani Huzur Namazı’nın İmamı’dır. Secde-24’te Peygamber olmayan İmamlardan bahsedilmektedir. Peygamber olan İmamlar da olmayan İmamlar da Resûl İmamlar’dır. İkisi de Resûldür ama ikisi de Nebî değildir. Nebîler, Peygamberlerdir. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız zaman, Peygamberlerin sadece Nebîler olduğunu görürüz.
Bütün Peygamberler, Nebîdir; aynı zamanda Resûldür. Peygamber olmayan Resûller ise Resûldürler ama Nebî değil, Velîdirler. Öyleyse nübüvvet, Peygamberliktir; velâyet Allah’a dost olmaktır. Allah’ın en büyük dostları Nebîlerdir. (Peygamberlerdir). Her Peygamber mutlaka kendi devrinde Huzur Namazı’nın İmamı’dır. Ama Peygamberlerin arasında fetret devirleri yani boşluklar vardır. Hz. İsa’dan yaklaşık 600 yıl sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V.) dünyaya gelmiştir. Arada geçen Peygambersiz devirlerde Velî Resûller’den (her kavmin Resûlleri’nden) bir tanesini Allah seçip vekâleten Huzur Namazı’nın İmamı kılmıştır. İşte onlar bu âyet-i kerimede bahsedilen imamlardır.
Yüce Allah, İbrahim’i denedi. O’nun Rabb’ine olan bağlılığı ve teslimiyeti; insanoğlunun, Allah’a olan derin sevgi ve itaatinin zirvesini göstermektedir. İnsanlık tarihinin ‘Tevhid Abidesi’ İbrahim’in, Rabb’ine sayısız sadakat ve bağlılığını gösteren olaylardan sadece üçünü burada zikredebiliriz.
Birincisi; çağının en büyük emperyal gücü olan Nemrut’a (Naram-Sin’e) karşı Hakk’ı haykırması ve kavminin tapındığı putları çocuk yaşta kırarak; ateşe atılmayı göze alması.
İkincisi; bebek İsmail’i ve annesi Hacer’i; susuz, bitkisiz ve ıssız Mekke’de, Rabb’inin vahyine uyarak bırakması.
Üçüncüsü ise; hiç çocuğu yokken, ilerlemiş yaşında Allah’ın kendisine lütfettiği İsmail’i, yanında yürüyecek hale gelince; Allah’ın, kendisi için kurban etme emrine uyarak; Rabb’ine olan sevgisini ve bağlılığını kanıtlaması.
Tüm sınavlardan başarıyla geçen ve ‘Tevhid Dini’nin zirvesini temsil eden İbrahim (A.S.)’e, Allah; “Ben seni insanlara imam yapacağım” vaadinde bulunmuştur. Rabb’ine teslimiyette; katıksız (muhlis) ve dosdoğru (hanif) olan İbrahim’e, Yüce Allah; bir ‘İlim Üzere’ oğlu İshak, torunu Yakup ve arkasından Yakupoğulları’nı (İsrailoğulları’nı) bir nimet olarak vadetmiş ve bağışlamıştır. Bu tabii ki bir Peygambere verilen en büyük nimettir. Allah’ın bu seçimi, elbette her seçiminde olduğu gibi; O’nun adaletinin ve rahmetinin bir sonucudur.
Bu seçim ve üstün kılma, Allah’ın Sünneti’nin (Sünnetullah’ın) bir sonucudur. Bu lütfu, bir kavmin ya da soyun üstünlüğüne; kavmiyetçiliğe-ırkçılığa dönüştürme zaafı; insanlık tarihinin, Hakk’tan (İslam’dan) sapma süreçlerinin en önemli parametrelerinden birisidir.
3 ALİ İMRAN – 56: “Fakat inkâr edenlere ise, o taktirde dünyada ve ahirette şiddetli azapla azap edeceğim. Ve onların bir yardımcısı yoktur.”
Bütün insanlar kalplerinde küfür kelimesi ile doğarlar ve bütün kalpler doğuştan itibaren mühürlüdür. Mühürlü kalpler ise kâfirlere aittir. Küfrün sahibi ve kalplerindeki küfre malik olan insanlar kâfir adıyla; kalplerinde îmân yazan insanlar ise mü’min adıyla anılmaktadır Kur’ân-ı Kerim’de.
Bütün kâfirler aynı zamanda dâlalette olanlardır. Kâfirlerin de dalâlette olanların da kalpleri mühürlüdür. Bütün kâfirler ve bütün dalâlette olanlar aynı zamanda fâsıklardır. Onların da kalpleri mühürlüdür.
Öyleyse mühürlü olan kalplerin içinde sadece küfür yazısı vardır. Kimin kalbinin mührünü Allah’û Tealâ açmışsa küfür kelimesini kalpten alır, mutlaka o kalbin içine îmân kelimesini yazar.
İşte kişiler kâfirseler, kalplerinin üzerinde küfür yazıyorsa, kalpler mühürlüyse bunlar kesinlikle Mürşidlerine ulaşmamışlardır, ulaşmamışlarsa yardımcıları yoktur. Çünkü ancak Mürşide ulaştıkları için, Mürşid sebebiyle Allah’û Tealâ onlara yardımda bulunur. Mürşide ulaşırlarsa kurtuluşa ulaşacaklardır.
Allah’a ulaşmayı dilemeden Mürşide ulaştıklarında kurtuluşa ulaşacaklarını zannediyorlar. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe, Allah 7 tane nimetini vermez, Mürşidini de göstermez. Mürşide ulaşan kurtuluyormuş diye Devrin İmamı’na bile tâbî olunsa kurtuluşa ulaşılamaz. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe, başka bir ifadeyle Mürşide ulaşmadan evvelki 12 tane ihsanını almadıkça, nefsin tezkiyesi için hazırlanmadıkça, kalpte 7 tane şart oluşmadıkça, Allah’ın yardımları gelmez. Onlar olmaksızın hedefe ulaşılmaz. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe, kim hangi Mürşide ulaşırsa ulaşsın kurtulamaz.
Mürşide ulaşmak belli şartlara sahip olmadıkça bir kurtuluş değildir. Mürşide ulaşmak daha evvelki şartlara bağımlıdır. Allah’a ulaşmayı dileyerek hedefe ulaşılır.
Allah’û Tealâ burada kâfirlerin kurtuluşunun olmadığını söylüyor. Dünyada da, ahirette de o insanlara azap var. Dünyadaki azap her hatanın arkasından hem Allah’û Tealâ’nın, hem ruhun nefse yaptığı vicdan azabıdır. Kabirde aynı azabı bir kere daha yaşayacaklardır. Eğer akıllarını başlarına toplayamazlarsa, aynı azap bu sefer işkence, fizikî azap şeklinde tahakkuk edecektir.
2 BAKARA – 40: “Ey İsrailoğulları! Sizi ni’metlendirdiğim o ni’metimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin. Ve (böylece) Ben de size olan ahdimi yerine getireyim (sizleri vaadettiğim cennetime alayım). Ve (ahdinize sadık kalmakta) artık sadece benden korkun.”
2 BAKARA – 41: “Sizin yanınızda olanı (Tevrat’ı) tasdik edici olarak indirdiğim şeye (Kur’ân’a) îmân edin ve O’nu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Ve âyetlerimi az bir bedelle satmayın. Ve artık sadece Bana karşı takva sahibi olun.”
Tevrat, Kur’ân hükümlerinin aynını taşır. Allah’a ulaşmayı dilemek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, özellikle zikir yapmak, Allah’a teslim olmak değiştirilmemiş şekliyle Tevrat’ta da yer almaktadır. Hz. Musa ve ona tâbî olanlar Kur’ân’daki esasların aynı olan Tevrat’taki esaslara tâbî olarak ruhlarını da, vechlerini de, nefslerini de ve iradelerini de Allah’a teslim etmişlerdir.
Korkmak, sakınmak, çekinmek mânâsı takva sahibi olmanın içinde vardır. Kur’ân’da 7 safhaya ait 7 takva vardır. Fakat takva sahibi olmanın ve şirkten kurtulmanın noktası Allah’a ulaşmayı dilemektir. (Rûm-31) Âmenû olmak sadece inanmak değil, Allah’a ulaşmayı dilemek kavramını da içine alır.
Allahû Tealâ, İsrailoğulları’nın Mekke’de bulunan mensuplarına (kitap sahiplerine), bu âyette de hitap ederek, Tevrat’ı Kendisinin indirdiğini, O’nda ne varsa Kur’ân’da da aynı şeylerin olduğunu ve Tevrat’ı tasdik ettiğini, Kur’ân’a îmân etmelerini, inkâr etmemelerini emretmektedir.
Dünya üzerindeki dînlerin her bir mensubu, kendilerinin en doğru olduğunu ve başka dînlerdekilerin kendilerinin dostu olmadıklarını zannetmekle iki büyük hataya düşmektedir. Allah’ın bütün Peygamberlere indirdiği mukaddes kitaplar, insanları 7 safha üzerinden Allah’a teslim eder. Ama hem İslâm’ın içinde, hem de diğer dînlerde kendilerinin dışındaki bütün dînlere karşı bir husumet vardır. Şeytan dînlerin mensuplarına birbirlerine düşmanlık tohumları ekmiştir. Bütün dînlerin bir çatıda toplanmasıyla ve Allah’a teslim olma esaslarına dayalı olarak asrı saadet bütün dînler içinde yaşanacaktır.
Allah ile aramızda bizim cephemizden Allah’a verilen 4 tane yemin vardır. Nefsimiz Allah’a yemin vermiş, ruhumuz misak vermiş, fizik vücudumuz ahd vermiş ve irademiz misak vermiştir. Allah’û Tealâ’nın bizim üzerimizde ahdi oluşturduğu şey ise bunların dördünün toplamı olan ahddir, ahdallahidir.
6 EN’ÂM – 152: “Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah’ın ahdini yerine getirin (ifa edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.”
Bu ahd; ruhun Allah’a teslim olması, fizik vücudun, nefsin ahsen kılınarak Allah’a teslim olması ve iradenin Allah’a teslim olması diye 4 ayrı teslimi içerir. Kim ruhunu Allah’a ulaştırmışsa, Allah’a olan misakini gerçekleştirmiştir. Kim fizik vücudunu Allah’a teslim ederse, Allah ile olan ahdini gerçekleştirmiştir. Kim nefsini Allah’a teslim etmişse Allah ile olan yeminini gerçekleştirmiştir. Kim iradesini Allah’a teslim etmişse ikinci ve son misakini gerçekleştirmiştir.
İşte bunların hepsi için Allah’û Tealâ ‘Ahdallahi’ kelimesini kullanmaktadır. Ruhun Allah’a ulaşması, Sırat-ı Mustakîm denilen bir yolda gerçekleşir. Bu Allah’a kadar devam eden bir yolculuktur.
6 EN’ÂM – 153: “Ve muhakkak ki; bu, Benim mustakîm olan yolumdur. Öyleyse ona tâbî olun. Ve (başka) yollara tâbî olmayın ki; o taktirde sizi, onun yolundan ayırır. İşte böyle size onunla vasiyet etti(emretti). Umulur ki böylece siz takva sahibi olursunuz.”
Bundan sonra fizik vücudun Allah’a teslim olması, Allah’ın Sırat-ı Mustakîmi içerisinde bir yükselme değil, yücelmedir, manevî olgunlaşmadır. kemâl derecelerinde kemâle ermektir, insanın kâmil olmasıdır. Nefsin Allah’ın Sırat-ı Mustakîmi üzerinde kendisine ait olan kemâlât derecelerini yaşadığı bir kesim daha kalır. İrade de Sırat-ı Mustakîmi’ni tamamlar. Dördü de Sırat-ı Mustakîm üzerindedir ama ruh dünya üzerinde ana dergâhtan yola çıkıp, Allah’ın Zat’ına ulaşan fizikî standartlar içerisindedir. Ruha göre fiziktir. Ama diğerlerinin teslimi fizik değildir, artık yükselme yoktur, yücelme, kemâl derecelerinde olgunlaşma vardır.
13 RA’D – 20: “Onlar, Allah’ın ahdini ifa ederler (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah’a teslim ederler). Ve misaklerini (diğer teslimlerle birlikte iradelerini de Allah’a teslim edeceklerine dair misaklerini) bozmazlar.”
Nefsteki 7 defa tezkiye olma müessesesi tamamlanınca, ruhun Allah’a ulaşması söz konusu olacaktır ve ruhun misaki gerçekleştirilir. Sonra daha ötede fizik vücudun ahsen olup Allah’a teslimi, fizik vücudun ahdi gerçekleştirilir, sonra da daha ötede nefsin yemini gerçekleştirilir. En sonra da irade Allah’a teslim olur. Bunların hepsi gerçekleştirildiğinde kişi insan-ı kâmil olur. İşte o zaman Allah’ın en sevgililerinden biri olunur. Kişi o zaman Allah’ın ahdini ifa etmiş birisi olur.
Allah’û Tealâ; “Sadece benden korkun, insanlardan korkmayın.” diyor. Buradaki korku, 4 teslimi yerine getirmiş birisi için Allah’ın cezalandırma korkusu değil; “Acaba hatalar yaparım da Allah’ın bize karşı olan sevgisinde azalmaya sebebiyet verir miyim?” korkusudur.
2 BAKARA – 47: “Ey İsrailoğulları! Sizin üzerinize en’am ettiğim o ni’metimi hatırlayın. Ve muhakkak ki Ben, sizi âlemlere üstün kıldım.”
Allah’ın İsrailoğulları üzerindeki ni’meti Hz. Musa; Arap kavmi üzerindeki ni’meti Hz. Muhammed (S.A.V.)’dir. Firavun, ordusuyla Hz. Musa’yı ve onunla beraber olanları yok edeceği sırada Allah’û Tealâ, firavun ve ordusunu denizde boğmuştur. Allah karşısına çıkıp gücünü ispat edene kadar kuvvetli, kendisini hep kuvvetli zanneder. Kim Allah’a karşı savaş vermişse kendisini mağlup olmaya mahkûm etmiştir.
Allah’û Tealâ, İsrail kavmini Hz. Musa döneminde âlemlere üstün kılmıştır. Güçlü olan ve ordusuyla İsrail kavmini kesinlikle yok edecek olan firavuna Allah bu müsaadeyi vermemiştir. İsrail kavminin, firavundan ve onun kuvvetli zannettiği ordusundan, daha güçlü olduğunu Allah kesin şekilde ispat etmiştir.
Kim Allah’a tâbî olmuşsa Allah’ın emirlerini yerine getiriyorsa, Allah’a teslim olmuşsa o kavim mutlaka yücelmiş, yükselmiş, başka kavimlerden üstün olmuştur. Allah’ın katında inananlar her zaman inanmayanlardan üstün olmuşlardır.
2 BAKARA – 79: “Artık elleriyle (emaniye bilgiler içeren) kitabı yazanların vay haline! Sonra da onu (bu yazdıklarını) az bir bedel karşılığında satmak için: “Bu Allah’ın indindendir.” derler. İşte onlara yazıklar olsun , elleriyle yazdıkları şeylerden dolayı ve yazıklar olsun onlara, kazandıkları şeyler sebebiyle.”
Allah, Kur’ân-ı Kerim’e aykırı bir şey yazdırmaz. Kime Kur’ân-ı Kerim’in açıklayıcısı bir şeyler yazdırırsa, insanların Kur’ân-ı Kerim’den unuttukları şeyleri onlara hatırlatmak içindir. Değiştirilen Kur’ân-ı Kerim’in özünün insanları kurtaramayacak bir noktaya ulaştığı yerde Allah’û Tealâ, Velîlerine bir şeyler yazdırırsa ve onunla Kur’ân-ı Kerim âyetlerini açıklarsa, bu insanlar onları yalanlarlar. Fakat eldeki ölçü, Allah’ın yazdırdığı Kur’ân-ı Kerim’dir.
İsrailoğulları, Hakk’tan saparak Yahudileşmiş, Yüce Allah’a verdikleri ahdi bozmuş; kutsallığı ve yüceliği kendilerine atfederek; ‘Kutsal kavim’, tövbe haşa ‘Allah’ın Oğulları’, ‘Yeryüzünün Efendileri’ vb. şirki nitelendirmelerle tarihe geçmişlerdir. Nitekim Babil sürgününde kaybettikleri ‘Gerçek Tevrat’ yerine, farklı zamanlarda farklı kişilerin yazdığı metinlerden oluşan ‘Toplama Tevrat’ı bir araya getiren Üzeyr’e (Azra’ya), Hıristiyanlar’ın İsa’ya dedikleri gibi tövbe haşa ‘Allah’ın Oğlu’ demişlerdir. Bununla da yetinmeyip, kendilerini tövbe haşa ‘Allah’ın Oğulları’ zannedecek derecede sapkınlığa ve kibir bataklığına yuvarlanmışlardır.
.
5 MAİDE – 18: “Ve, Yahudiler ve Hristiyanlar; “Biz Allah’ın oğulları ve O’nun sevdikleriyiz.” dediler. De ki; “O halde niçin Allah size günahlarınızdan dolayı azap ediyor?” Hayır, siz O’nun yarattıklarından bir beşersiniz (insansınız), O, dilediğini mağfiret eder, dilediğine de azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mülkü Allah’ındır. Ve varış O’nadır (ulaşılacak makam O’nun Zat’ıdır).”
Yahudiler ve Hristiyanların; “Biz Allah’ın oğulları ve O’nun sevdikleriyiz.” dediklerini Allah’û Tealâ bu âyette bize bildiriyor. Allah’û Tealâ da; “Siz Allah’ın sevdikleriyseniz Allah’û Tealâ size günahlarınızdan dolayı niçin azap ediyor?” diye onlara sor diyor.
Allah’û Tealâ’nın kanunları evrenseldir.
8 ENFÂL – 33: “Ve sen onların arasında iken; Allah, onları azaplandıracak değildir. Ve onlar mağfiret diliyorken (de) Allah, onları azaplandıran değildir.”
“Sen onların arasında iken; Allah, onları azaplandıracak değildir. Ve onlar mağfiret diliyorken (de) Allah, onları azaplandıran değildir.” buyuruyor. Yetmez, “Siz Allah’ın çocukları değilsiniz, sadece O’nun mahlûklarısınız.” Burada açık bir şekilde Allah’û Tealâ bütün insanlar için Allah’ın oğulları olmak veya Allah’ın kızı olmak diye bir olayın hiçbir şekilde mümkün olmadığını bir defa daha açıklıyor. Ve âyetin sonuna insan ruhunun mutlaka Allah’a döneceğine dair “Dönüş O’nadır.” tarzında bir açıklamayı da ilâve etmiş. Bu, onların Allah’a ulaşmayı dilemediklerini ve Mürşid önünde henüz tövbe etmediklerini, kısaca dünya hayatında ruhlarını Allah’a ulaştırmadıklarını gösteriyor.
Hem ölmeden evvel Allah’a dönüş, hem de ölümden sonraki dönüş Bakara Suresi’nin 46. âyet-i kerimesinde anlatılıyor: “Onlar (o huşû sahipleri) ki, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.”
Son Peygamber Hz. Muhammed (S.A.V.)’in habercisi olan İsa (A.S.)’ın, kavmiyle mücadelesi, yakın tarihin en dramatik mücadelesidir. Olağanüstü doğumu, hayatı, mucizeleri ve mücadelesiyle, bugün dahi tartışmaların konusu olmaktadır. İsa, İsrailoğulları’nın peygamberler zincirinin son halkasıdır. Musa (A.S.)’a indirilen Tevrat’ı ve Davud (A.S.)’a indirilen Zebur’u bozulduğu için İsa (A.S.)’a indirilen İncil’le tasdik edilmiştir. İsrailoğulları’nın son kavmi elçisi olan İsa (A.S.), Nebilere uzanan kanlı ellerin son şahidi olmuş, ancak Kur’an-ı Kerim’de de açık bir şekilde ifade edildiği üzere çarmıha gerilerek öldürülmekten kurtarılmış ve Rabbi’nin katına yükseltilmiştir.
O halde, Elçilerin uyarılarına kulaklarını tıkayan; İslam’a sırt çeviren ve Elçilerini öldürmeye teşebbüs eden eski kavimler; Nuh, Ad, Semud, İbrahim, Lut vb. helak olduğu halde; neden İsrailoğulları helak olmamıştır? Bilindiği gibi kavimlerin helakının temel sebebi; Elçilerin getirdiği mesajı inkâr etmeleri ve tebliğe, olumlu cevap vermemeleri değildir. Helakın asıl sebebi; Elçilerin Allah’tan aldıkları vahyin, topluma iletilmesi temel hakkının çiğnenmesi, tamamen yasaklanması ve hatta Elçilerin öldürülmesidir.
Yüce Allah, her kavme bir Uyarıcı-Elçi gönderdiğini ve uyarıcı göndermediği kavmi sorumlu tutmayacağını, Kur’an’da bildirir. Bu nedenle de uyarılan kavme, uyarıcı-yumuşatıcı çeşitli azaplar gönderir. Bunlar her türlü doğal felaketler veya başka milletlerin saldırıları olabilir. Sonuç olarak, Elçilere direnen toplumlara; Allah, ya uyarıcı azaplar gönderir, ya da uyarılar fayda vermiyor, kavim şirkini ve zulmünü sürdürerek Elçilerini öldürmeye teşebbüs ediyorsa; helak edilir. Yani o toplum, kökten yok edilir. Helak, kökten yok etmektir ve Yüce Allah’ın kelamıyla intikam almaktır. İntikam kavramını Kur’an-ı Kerim’de, uyarıcı azap için değil, sadece helak için kullanmıştır.
17 İSRA – 16: “Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman onun (o ülkenin) mutrafilerine (refah içinde olan ileri gelenlerine, zenginlerine) emrettik. Buna rağmen orada fesat çıkardılar. Böylece (Allah’ın) söz(ü) üzerlerine hak oldu. Ve onu (o ülkeyi ve halkını) helâk ederek, yok ettik (dumura uğrattık).”
.
Bu ifadeyi hiçe sayarak insanlar yaptıkları kötülüklere devam etmektedirler. O zaman Allah’û Tealâ’nın sözü üzerlerine hak olacaktır: “Onu (o ülkeyi, o ülke halkını) helâk ederek yok ettik, dumura uğrattık, soyunu sopunu bırakmadık.”
Allah’û Tealâ; “Biz bir elçi göndermedikçe azap edici olmadık.” dediği ülkeyi yok ediyor (İsrâ-15). Ve Allah’û Tealâ 16. âyet-i kerimede: “Bir memleketi yok etmeyi istediğimiz zaman onların ileri gelenlerine (mutrefilerine) emrettik.” diyor.
Kim vasıtasıyla? İsrâ-15’te gönderdik dediği Resûl vasıtasıyla. Fesat çıkarmanın muhtevası, kendileri Allah’ın yolunda olmayan insanların, başka insanların da Allah’ın yoluna girmesine engel olmaları halidir. Resûl tebligatını yaptıktan sonra, eğer insanlar Allah’ın tebliğini dikkate almazlarsa onların üzerine dalâlet hak oluyor; onların üzerine helâk olmak, yok olmak hak oluyor. Allah’û Tealâ, Resûlü vazifeli kıldığı cihetle, kendilerine Allah’û Tealâ’dan haber geldiği halde, kabul etmeyen halkı dumura uğratıyor. (helâk ediyor.)
Nahl-36 ile İsrâ Suresi’nin 15 ve 16. âyet-i kerimeleri Allah’ın Resûlüyle haber göndermesi olarak devreye girmektedir:
“BİZ, BİR RESÛL GÖNDERMEDİKÇE HİÇBİR ÜLKEYE AZAP ETMEYİZ.”
.
KAVİMLER HELAKI
Ciddî bir uyanıklık içinde geçirilmesi îcâb eden bu imtihan dünyâsında, maalesef insanların çoğu derin bir gaflet uykusundadır. Lâkin bu cehâlet, dalâlet ve gaflet uykuları, onları hazîn ve hicranlı bir âkıbete sürüklemiştir. Dünyâ, onlar için bir aldanış mekânı olmuştur.
Müsbet veya menfî, gidilen her yolun kabre vardığı bu yaldızlı dünyâda, îmansızlığın ana sebepleri; düşüncesizlik, cehâlet, gaflet, şehvet, dünyâ nîmetlerine boğulma, gâfilleri taklîd etme, koyu bir maddecilik zihniyeti, ahlâksızlık ve netîce olarak kalbi, nefse fedâ etmektir.
İnsanda acıkma duygusunun meydana gelmesi, vücûda gereken hayâtî malzeme ihtiyacındandır. Darlık zamanlarında insanların Allâh’ı araması ise, rûhun ihtiyâcından kaynaklanmaktadır. Nemrûd’un, Hazret-i İbrâhîm ateşe atıldığında, ateşin O’nu yakmadığını görünce; “Kendi tanrılığımdan vazgeçmem; lâkin senin Rabbine dört bin sığır keseceğim!” demesi ve Firavun’un, suda helâk olacağını anladığı zaman “Benî İsrâîl’in inandığı Allâh’a inandım!” demesinin hiçbir değeri yoktur. Başı sıkışan gâfillerin, ölüm buhrânı geçiren münkirlerin, tesellîsiz ve himâyesiz kaldıkları korkunç anlarda kendilerine gelmeleri ve iç âlemlerine dönmeleri, insan fıtratındaki dîn ihtiyâcının muktezâsıdır.
Ömürlerini, küfür ve gaflet çalkantıları içinde geçirenlerin son hâlleri, ne hazîn bir çırpınış ve tükeniştir. Ölüm meleğinin; «Daha evvel neredeydin?» demesi, acıklı bir azâbın başlama ânıdır.
Ölüm, dünyâya âit bütün zevklerin iptali, aynı zamanda bütün fânî alışverişlerin nihâyetidir. Bu sebeple, sâlihler ve ârifler, nefeslerini bir ömür tesbîhi hâline getirerek hakîkate yaklaşırlar. Vücûdlarını müşterek bir ölüm tâlimi içinde nûrlandırarak fânîlikten sıyrılırlar. Herkes değişik bir yerde ve değişik bir uykuda iken onlar, farklı bir tecellîde olurlar.
Şâyet ölümden kaçmak ve korkmak îcâb ediyorsa, akşamlar yaklaşırken korkularla titrememiz lâzımdır. Hâlbuki gecelerin esrârına dalarken içimizden bir korku geçirmiyoruz. Çünkü sabahın gelmesi, bir hilkat kâidesi ve ilâhî bir tanzimdir. O hâlde, ölümün koynundan da bir hakîkat sabâhına kalkılmasının tabiî görülmesi lâzımdır.
Hayatta en çok korkulan ve ilâhî bir tehdîd olan hâdiseler; tûfânlar, hastalıklar, kasırgalar, zelzeleler, kıtlık, yıldırımlarla dolu azâb bulutları, düşman işgalleri ve sârî hastalıklar gibi ilâhî gazap tecellîleridir. Tabiat olayları olarak görülen bu tip vak’alar, gelişigüzel olmayıp birçok sebep ve hikmetlere bağlıdır. Bu tip acı hâdiseler, insanların isyanları ve günahları sebebiyle meydana gelir.
10/ YUNUS 44; “Muhakkak ki Allah, insanlara (hiç)bir şeyle (asla) zulmetmez. Lâkin insanlar, kendi nefslerine zulmederler.”
.
Allah ile insanlar arasındaki ilişkide, Allahû Tealâ’nın insanlara zulmetmediği, insanların kendi nefslerine zulmettikleri bir vakıadır. Allahû Tealâ’nın insanlara zulmetmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Yani Allah’ın yaptığı kader unsuru olan hiçbir olay, bir insanın derecat kaybetmesine sebebiyet veremez.
Eğer bir insan bir başkasına zulmetmişse, bir irade bir başka iradeye zarar vermiştir. Zulüm yapan kişi zulmettiği için derecat kaybetmiştir ama zulmettiği kişi bu sebeple derecat kazanmıştır. Zalim; zulmeden, derecat kaybedendir. Mazlum; zulüm gören, zulmedenin kaybettiği derecatı kazanandır. Zulüm olması için haksız bir davranışın var olması lâzımdır. Allahû Tealâ’dan hiç kimseye haksız bir davranış ulaşması mümkün değildir.
Bir insan bir başkasına zulmettiği taktirde derecat kaybeder. Bu, kendisine de zulmettiği mânâsına gelir. İster Allah’a ait olan bir ibadeti yerine getirmesin, ister Allah’ın yasak ettiği bir fiili işlesin, ister bir başkasına zulmetsin, kendisine zulmetmiştir. Bir insanın kendisine zulmetmesi, derecat kaybetmesiyle anlaşılır. Ama her kim zulme uğrarsa o kişi derecat kazanır, kaybetmez.
Sonuç olarak Allah, kullarının hiçbirisine zulmetmez. Ama insanlar kendi nefslerine zulmederler.
Sevgi ile kalın…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.